18 Ağustos 2019 Pazar

Fethu'l Mülhim Îmân kısmı tercümesi (2. Bölüm)


Ameller îmân’dan bir cüz müdür, değil midir?

     Âlimler, amellerin îmân’ın bir cüz’ü olup olmaması hükmünde ihtilaf etmişlerdir. Bu konuda Ebu Talip el’Mekki şunları ifade etmektedir: “Azalarla amel, îmândandır. Îmân ancak amel etmekle tamamlanır.” Ebu Talip el’Mekki bu hususta icma olduğunu iddia etmiş, akabinde bu iddiasını nakzeden bazı delillerle istidlalde bulunmuştur. Mesela: “îmân edenler ve salih amel işleyenler” ayeti gibi. Çünkü iddiasına mesned olarak zikrettiği bu ayet, amelin îmândan sonra geldiğine ve îmânın kendisi olmadığına delalet etmektedir. Eğer ayet böyle anlaşılmasa, îmândan sonra zikredilen salih amel, sadece bir tekrar olurdu. 

     İşin daha garibi, Ebu Talip el’Mekki’nin bu konuda icma olduğunu iddia etmesi ve bununla beraber Allah Resulü’nün “Bir kimse tasdik ettiği bir hakikati, inkâr etmedikçe küfre girmez” hadisini nakletmesidir. Akabinde Mutezile’nin: “Mü’min işlediği büyük günahı sebebi ile cehennemde ebedi kalır” söylemini de red etmektedir. Oysa salih amelin îmândan olduğunu iddia eden bir kimse, Mutezile mezhebinin bu görüşünü tam da kabul etmiş demektir. Çünkü ameli îmânın bir rüknü olarak kabul eden kişiye: “Kalbi ile tasdik, dili ile ikrar edip peşinden hemen ölen bir kimse cennete midir” denildiğinde, evet demesi iktiza eder. Oysa bu cevabı verdiğinde, amelsiz bir îmânın varlığına hükmetmiş olur. 

     Hatta biz daha da ileri giderek ona: dili ile ikrar, kalbi ile tasdik eden bu kişi, bir namaz vakti girinceye kadar yaşasa ve o namazı terk edip ya da zina edip akabinde ölecek olsa, cehennemde ebedi kalır mı? diye sorsak; şayet “evet” derse, Mutezile’nin görüşünü kabul etmiş olur. Eğer “hayır, bilakis hemen veya (cehenneme girip çıktıktan) sonra cennete girer, tıpkı Ebu Zerr (r.anh)’ın ‘zina ve hırsızlık etse de” hadisinde ve bununla beraber Allah Resulü (s.a.v)’in birçok sahih hadislerinde haber verdiği gibi “cennete ancak mü’minler veya Müslüman olanlar girer” derse, amelin, îmân’ın bir rüknü ve varlığının bir şartı olmadığını ve cenneti mutlaka amel ile hak etmenin gerekmediğini beyan etmiş olur. Eğer bununla; “uzun bir müddet yaşayıp namaz kılmayan ve şer’i amellerden herhangi birini işlemeye gayret etmeyen kimseleri kastediyorum” derse, biz de deriz ki; bu müddetin bir sınırı var mıdır? Terki ile Îmân’ı hükümsüz kılacak tâatların adedi kaç tanedir? İşlenmesiyle îmân’ı iptal edecek büyük günahların sayısı kaç olmalıdır? Gerçekten tahmin ile buna karar vermek mümkün değildir. Ve kesinlikle hiç kimse böyle bir tayin yapamaz.

     Allâme Bedreddin Aynî, amellerin îmân’ın aslına dâhil olmadığına dair (akli ve nakli) bazı deliller ile istidlalde bulunmuştur. Onlardan bazıları şöyledir:

     Birinci vecih: Bize بالله آمنوا “Allah’a îmân edin” lafzı ile yöneltilen hitap, Arap lisânı iledir. Araplar bu hitapta geçen “îmân” lafzından ancak “tasdik etmek” anlamını biliyorlardı. Arap lügatinde ise آمنوا lafzının tasdik anlamına geldiğini ifade eden bir nakil sabit değildir. Çünkü eğer sabit olsaydı, bu bize mütevatir olarak nakledilirdi. Bu yüzden Araplar nezdinde bu mananın bilinmesi ve îmân lafzının tasdik anlamı üzere çokça nakledilir olması, nakledilen bu mananın şöhret (meşhur) bulmasına sebep olmuştur. Çünkü bu mana, Müslümanların dillerinde sürekli dönüp dolaşan lafızlardandır. Her ne kadar bu şekilde nakledilmemiş olsa da, biz îmân lafzının tasdik anlamı üzere kaldığını anlamış olduk.

     İkinci vecih: Ayetler, îmân’nın mahallinin kalp olduğuna delalet etmektedir. Mesela: “Allah onların kalplerine îmânı yazmıştır.”[1] Ve: Kalpleri inanmadığı halde ağızları ile inandık diyenlerle…”[2] ayetleri gibi. Îmânın yerinin kalp olduğunu “ la ilahe illallah” diyen birini öldürüp, sonra da onun bunu inandığından dolayı değil, aksine ölüm korkusu ile söylediğini mazeret olarak ileri süren Usame b. Zeyd’e, Allah Resulü (s.a.v)’in: onun kalbini yardın da mı baktın? sözü de desteklemektedir.
     Eğer sen: “Îmânın mahallinin kalp olması gerekmiyor. Çünkü Cehm b. Safvan’ın ileri sürdüğü gibi îmânın, marifet/bilmek anlamına gelmesinin mümkün olmasından, tasdik etmek anlamından ibarettir” dersen,
     Derim ki: Îmânın marifetten ibaret olmadığı şu iki vecihten dolayı şüphe götürmez bir gerçekliktir:
     Bir: بالله آمنوا hitabındaki îmân lafzı, Arap dilinde “tasdik etmek” anlamında kullanılmış olup, Arap lügatinde başka bir anlam üzere nakledildiği sabit değildir. Eğer îmân marifet/bilmekten ibaret olsaydı, Araplar nezdinde bir karine olmaksızın îmân lafzından anlaşılabilecek başka bir manaya sarfedilmesi lazım gelirdi. Bu, aslı esası olmayan bir şeydir. Aksi takdirde bir lafzı, olmadığı bir mana üzere kullanmak, çeşitli lafızlarda da benzerini yapmayı mümkün kılardı. Bunda, lügatleri geçersiz kılmak, sem’i delillerle (nakledilen bilgilerin) kusurundan söz etmenin lüzumu ve o delillere güvenin ortadan kalkmasının tehlikesi söz konusudur. Bu ise akla ve mantığa aykırıdır.
     İki: Ehli Kitap ve Firavun, Hz. Muhammed ve Hz. Musa’nın peygamber olduklarını biliyorlardı. Fakat onların peygamberliğini bildikleri halde tasdik etmedikleri için mü’min olmuyorlardı. Bu sebeple îmânın tasdikten ibaret olduğu sabit olmuştur. Çünkü üçüncü bir ihtimalden söz eden kimse yoktur.

     Üçüncü vecih: Küfür, îmânın zıddıdır. Bundan dolayı onun mukabili olarak istimal edilmiştir. Nitekim Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur: “Kim Tağutu inkâr eder ve Allah’a îmân ederse…”[3] Küfür, yalanlamak ve inkâr etmek demektir. Bu ikisi de ancak kalp ile olur. Îmân ve küfrün zıtlığı da böyle kalp iledir. Çünkü iki şeyin iki farklı mahalde olması zıtlık değildir. Bu sebeple îmânın, kalbin fiili ve tasdikten ibaret olduğu sabit olmaktadır. Zira yalanlamanın zıddı, tasdiktir.

     Dördüncü vecih: Salih amellerin îmâna atfedilmesidir. Allah Teâlâ’nın şu kavlinde olduğu gibi: “îmân edip salih ameller işleyenlere gelince, onlar için Firdevs cennetleri konak olmuştur.”[4] Ve: Onlar, gaybe îmân eder ve namazı ikame ederler…”[5] Ve: “Allah’ın mescitlerini ancak Allah’a ve ahiret gününe îmân eden namazı dosdoğru kılanlar… imar eder.”[6] Zikredilen bu ayetlerin hepsi, salih amellerin îmândan ayrıldığına delalet etmektedirler. Çünkü eğer îmâna dâhil olsaydı, amellerin îmâna atfedilmesi, faydasız bir tekrar olmasını gerekli kılardı.

     Beşinci vecih: îmânın, salih amelin zıddı ile (su-i amel) karşılaştırılmasıdır. Allah Teâlâ’nın şu kavlinde olduğu gibi: Mü’minlerden iki grup savaşırlarsa…”[7] Bu ayetin konumuza delalet vechi, bir şeyin kendi cüz’ü ile karşılaştırılmasının caiz olmamasıdır. Nitekim İmam Buhari, sahihinde bu ayeti şu şekilde izah etmiştir: Eğer mü’minlerden iki grup aralarında savaşırlarsa, aralarını ıslah edin. Allah onları mü’min olarak isimlendirmiş ve bazı büyük günahları işlemekle bir kimseden mü’min isminin kalkmayacağını haber vermiştir.

     Altıncı vecih: Allah Teâlâ’nın: îmân edip de îmânlarına herhangi bir haksızlık bulaştırmayanlar…” kavlidir. Yani; îmân edip, îmânlarına işledikleri haramları karıştırmayanlar, demektir. Eğer taat îmâna dâhil olsaydı, zulmün îmândan nefyedilmesi gerekirdi. Çünkü bir şeyin cüz’ünün zıddı, kendisinden reddedilir. Eğer öyle olmasa, iki zıd şeyin bir araya gelmesi söz konusu olurdu. Bu durumda kendisinden sakınılan şeyin, onun üzerine atfedilmesi, sadece faydasız bir tekrardan ibaret olurdu.

     Yedinci vecih: Allah Teâlâ îmânı, amelin sıhhati için bir şart kılmıştır. Allah (c.c) şöyle buyurur: “Gerçekten mü’min iseniz, Allah’tan korkun da aranızı düzeltin, Allah’a ve peygamberine itaat edin.”[8] Yine Allah (c.c): Kim salih amel işlerse, o gerçekten mü’mindir.”[9] Bir şeyin şartı, onun mahiyetinin haricinde bir şey olur. Îmânın, salih amelin sıhhat şartı olduğuna dair içerisinde “o gerçekten mü’mindir” ibaresi olan ayetler Nisa, Beni İsrail (İsra), Taha ve Enbiya surelerinde geçmektedir. Keza Taha suresinde Allah Teâlâ: Her kim de O’na, salih ameller işlemiş bir mü’min olarak varırsa...”[10] buyurmaktadır.

     Sekizinci vecih: Allah Teâlâ kullarına îmân (mü’min) ismi ile hitap etmiştir. Sonra onları, oruç,[11] namaz,[12] abdest[13] ayetlerinde olduğu gibi, amellerle mükellef kılmıştır. Bu da amellerin, îmân mefhumundan ayrıldığına delalet etmektedir. Öyle olmasa idi, Allah Teâlâ’nın insanları mükellef kılması, hâsılı tahsil etme (zaten olanı elde etme, boşuna yorulma) anlamına gelirdi.

     Dokuzuncu vecih: Allah Resulü (s.a.v) Cebrail (a.s)’ın îmândan sorması üzerine, onu tasdik olarak zikretmekle yetindi. Şöyle buyurdu: İman, Allah’a, meleklerine, Onunla karşılaşacağına, peygamberlerine ve dirilişe îmân etmendir. Sözünün sonunda da; “Bu Cebrail idi, insanlara dinlerini öğretmeye geldi” buyurdu. Eğer îmân, başka şey ile beraber tasdik’in ismi olsaydı, Peygamber (s.a.v) cevabı kısaltarak verirdi. Cebrail (a.s) da onlara dinlerini öğretmeye değil, dinin emirlerini karışık hale getirmek için gelirdi.

     Onuncu vecih: Allah Teâlâ mü’minlere, şu ayeti kerimede Tevbe etmelerini emretmiştir: Ey îmân edenler! Allah’a Nasuh bir tevbe ile tevbe ediniz.”[14] Ve: Ey mü’minler! Hepiniz Allah’a tevbe edin.”[15] Bu ayetler, îmânın masiyetlerle beraber bir araya gelmesinin doğruluğuna delalet etmektedir. Çünkü tevbe, ancak günahtan ötürü yapılır. Bir şey zıddının cüz’ü ile bir araya gelmez.

     Şu hadis de, ameli hesaba katmamak ve ikrar etmekle beraber îmânın, kalbin tasdiki olduğuna delalet etmektedir: Ensar’dan bir adam, yanında siyahî bir cariye ile Allah Resulü’ne geldi ve Ona; “Ey Allah’ın Resulü (s.a.v), benim mü’mine bir köleyi azad etme borcum (adak) var, eğer sen bu (kadın) köleyi mü’mine olarak görüyorsan, onu azad edeyim mi? dedi. Bunun üzerine Allah Resulü (s.a.v) cariye’ye; Allah’tan (c.c) başka ilah olmadığına şahitlik eder misin? dedi. Cariye: evet, dedi. Bu defa Allah Resulü (s.a.v): Benim Allah Resulü olduğuma şehadet eder misin? dedi. Cariye yine: evet, dedi. Yine Allah Resulü (s.a.v): Öldükten sonra dirilişe inanıyor musun? Dedi. Cariye: evet, dedi. Bunun üzerine Resulü Ekrem adama, onu azad edebilirsin, dedi.[16]

     Ebu Hureyre (r.anh)’den: Bir adam yanında acemi siyahî bir cariye ile Allah Resulü (s.a.v)’e geldi ve Ona: Benim mü’mine bir köleyi azad borcum var (onu azad edebilir miyim?) dedi. Allah Resulü (s.a.v) cariye’ye: Allah nerededir, diye sordu. Kadın başını semaya kaldırarak işaret parmağı ile semayı işaret etti. Allah Resulü (s.a.v) bu defa ona: Ben kimim? diye sordu. Kadın işaret parmağı ile önce Allah Resulü’nü sonra da semayı işaret etti. Yani sen Allah’ın Resulü’sün demek istedi. Bunun üzerine Resulü Ekrem: onu azad edebilirsin, dedi. Hadisi İmam Ahmed, Bezzar ve İmam Taberani de “Evsat’ında’ rivayet etmiş, ancak Allah Resulü (s.a.v)’in cariye’ye şöyle dediğini haber vermiştir: Rabbin kim? Cariye başı ile semayı işaret ederek; “Allah” demiştir. (Hadisin tüm ravileri sikadırlar)

     Cibril hadisinin bazı tariklerinde Allah Resulü (s.a.v): îmân Allah’a, meleklerine kitaplarına, peygamberlerine, cennete, cehenneme, hayrı ve şerri, acısı ve tatlısı ile kadere îmân etmendir, buyurduktan sonra Cebrail (a.s) Ona; Ben bunları yaptığımda mü’min olur muyum? demiş, Allah Resulü (s.a.v) de “evet” diyerek cevap vermiştir. Bunun üzerine Cebrail (a.s): Doğru söyledin, buyurmuştur.[17]

     Ebu Derda (r.anh)’den gelen bir hadiste o şöyle demiştir: Allah Resulü (s.a.v): Kim îmân etmekle beraber beş şey (şehadet, namaz, zekât, oruç, hacc) ile gelirse, cennete girer… buyurmuştur.[18]

     İbni Abbas (r.anh)’den, o şöyle demiştir: Allah Resulü (s.a.v) buyurdu ki: Bir kimsenin: Rabb olarak Allah’tan, Peygamber olarak Muhammed (s.a.v)’den ve din olarak İslâm’dan razı oldum demesi, ona îmân olarak yeter.[19]


[1] Mücadele 22
[2] Maide 41
[3] Bakara 256
[4] Kehf 107
[5] Bakara 2
[6] Tevbe 18
[7] Hucurat 9
[8] Enfal 1
[9] Taha 112
[10] Taha 75
[11] Bakara 183
[12] İbrahim 31
[13] Maide 6
[14] Tahrim 8
[15] Nur 31
[16] Bu hadisi İmam Ahmed rivayet etmiştir.
[17] Mecmau’z Zevaid
[18] Taberani, Kebir
[19] Taberani, Evsat

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder