10 Ağustos 2019 Cumartesi

Fethu'l Mülhim Îmân kısmı tercümesi (1. Bölüm)




ÎMÂN KİTABI



Şârih Muhyiddin en’Nevevi şöyle dedi: Bu bapta zikredilen en mühim mesele; İslâm âlimlerinin Îmân ve İslâm; bunların umum ve hususları, keza Îmân artar, eksilir mi? Yoksa artmaz, eksilmez mi? Ameller Îmândan mıdır, değil midir? hakkındaki ihtilâflarıdır. Nitekim mütekaddim ve müteahhir âlimler zikrettiğim bu hususlarda sözü çoğaltmıştır. Ben ise onların bu husustaki dağınık görüşlerinin bazı bölümlerini zikretmekle yetineceğim. Onların bu görüşlerinden birçok ziyade ile beraber zikrettiğim maksat hâsıl olacaktır.


Sonra onların, gayemizi ifade etmeye yetmeyen ve amaçladığımız hususu ihtiva etmeyen bu dağınık görüşleri, bizi bu meseleleri tashih ve tahkik etmeyi arzuladığımız bir yöne sevketti. Bir topluluk her ne kadar bu konuda tartışmayı uzatmış ve onu Ehl-i Sünnet ve’l Cemaat arasında bir fikir tartışması haline getirmişse de, iyi bir incelemeden sonraki hakkaniyetli bir araştırma, bu tartışmaların oldukça az ve sadece lâfzî bir tartışmaya benzediğini gösterir. Bundan dolayı bu çekişmenin onlar arasında hakiki bir ihtilaf olduğunu vehmettiren ve yayılmasını gerektiren çeşitli nakillerden uzaklaşmayı uygun gördük. Ayrıca kuvvetli ve zayıf görüşleri nakletmede, basit ve zor olanların her birinin peşine düşmede birçok musannifin yaptığını yapmadık. Aksine nezdimizde netice, konuları tahkik, tafsil ve tefhimde, meseleleri kapsamlı bir şekilde tamamlamada, zor kısımlarını ele almada ve delillerini incelemede sonuca ulaşan kimsenin sözü ile - ki o, ilmi derecesi en üstün ve en yüce olan İmam, Hüccetu’l İslam, Ebu Hamid Muhammed el’Gazzali, eş ’Şafii’dir - ve bu meselede sair ulemadan yaptığımız faydalı birçok ziyadelerle belirginleşmiştir.


Birinci mesele: İman’a taalluk eden meseleler hakkındadır.


İslâm, îmân’ın kendisi midir ya da başka bir şey midir?


İmam Gazzali dedi ki:
Birinci mesele: İslâm, îmân mıdır? Yoksa ondan başka bir şey midir? Eğer ondan başka bir şey ise; onun dışında bulunan ayrı bir şey midir? Veya imanla ilişkili ayrılmaz bir şey midir? hususunda ihtilaf edilmiştir. İkisinin aynı şey olduğu söylenmiştir. Yine birbiri ile bağlantısı olmayan iki şeydir denilmiştir. Ayrıca, biri diğeri ile bağlantılı olan iki şeydir de denilmiştir. Ebu Talib el’Mekki bu konuda baya uzun, ciddi problem arz eden görüşler zikretmiştir. Şimdi faydası olmayan nakilleri açıklamaya ihtiyaç duymaksızın, bu görüşleri doğru bir şekilde izah etmeye gayret edelim: Deriz ki: Bu konuda üç mesele vardır. Birincisi: Bu iki lafzın (Îmân ve İslâm) lügat açısından gereklilikleri; İkincisi: Şer’i kullanımdaki anlamları; Üçüncüsü: Dünya ve ahirete yönelik hükümleri hakkındadır. Birinci bahis lügavi, ikincisi tefsiri, üçüncüsü ise şer’i, fıkhi anlamıyla ilgilidir.


Birinci mesele: Lügat anlamları;


İmam Zemahşeri şöyle dedi: îmân kelimesi, emn kökünden olup, if’al veznindedir. Mesela: آمنته “ona güvendim” ve آمنته غيري “başkası beni ona güvendirdi” denilir. Sonra birini tasdik etmeye: آمنه denilir. Bunun hakikati ise, tekzip ve muhalefet etmeyeceğine dair ona güvence vermektir. باء harfi ile müteaddi (geçişli) olmasına gelince; ikrar ve kabul etmek anlamlarını içerir. لام harfi ile müteaddi olması ise Allah Teala'nın şu kavlinde olduğu gibidir: قالواأنؤمن لك واتبعك الأرذلون “Dediler ki; sana sıradan aşağılık insanlar uymuşken, inanır mıyız?.” Bu takdirde mana, boyun eğme ve itaat etmeyi içerir. Ebu Zeyd’in Araplardan naklettiği şu söze gelince: ما آمنت ان اجد صحابة “Bir dost bulacağıma itimat edemedim. ما آمنت yani: ماوثق anlamındadır. Bu sözün hakikati şudur: به أمن ذا صرت “Onunla güven içinde oldum.” Yani: Huzur ve sükûnet buldum, anlamındadır. Bazı şarihler Ebu Zeyd’in bu sözü hakkında şöyle demişlerdir: Araplardan nakledilen آمنت sözünün hakikati: صرت ذا امن وسكون“güven ve sükûnet buldum” şeklinde olup, sonra bu kelime الوثوق "güvenmek" kelimesine, daha sonra da التصديق "tasdik etmek" kelimesine nakledildi. Bu kelimenin, bu iki manaya nispetle mecaz olduğu gayet açıktır. Çünkü kim onu yalanlamayacağına dair güvence vermişse onu tasdik etmiştir. Kim de güvende olmuşsa, o da bir inanç ve itminan içindedir. Dolayısıyla bu da melzum (gerektiren) olan manadan lazım (gerekli) olan manaya intikal etmek demektir.(Yani; güvenmek ve inanmak/tasdik etmek kelimeleri, karşılıklı olarak birbirini gerektirmektedir. Zira iki şeyden gerektirene “melzum” gerekli olana “lâzım” denilir.)


İmam Gazzali dedi ki: Bu hususta doğru olan, İman’ın tasdikten ibaret olmasıdır. Nitekim Allah (c.c) şöyle buyurmuştur: ماأنت بمؤمن لنا “Sen bize inanacak değilsin.” Yani: بمصدق "tasdik edecek değilsin" demektir. İslâm ise boyun eğerek, itaat ederek teslim olmaktan ve kabul etmekten; isyan, inkâr ve inat etmeyi terk etmekten ibarettir. Tasdik etmenin kendine has özel bir yeri vardır ki o kalptir. Dil ise onun tercümanıdır. Teslim/teslimiyete gelince; o, kalp, lisan ve tüm uzuvları kapsar. Zira kalp ile tasdik edilen her şey teslim anlamına gelmektedir. Kibri ve inkârı terketmek, aynı şekilde dil ile itiraf etmek, taat göstermek ve uzuvlarla inkıyad/amel etmek de böyledir. Lügavi bir gereksinim olarak İslâm umumi, îmân ise daha hususi/özel bir anlamı havidir. Bu bakımdan îmân, İslâm’ın en şerefli cüzlerinden biri olmaktadır. O halde her tasdik, teslim demektir. Fakat her teslim, tasdik değildir.


Allâme Seyyid Mürtezâ ez’Zebidi İhya şerhinde şöyle dedi: İmam Subki buyurdu ki: (İmân ve İslâm’ın) mutlak olarak umum ve husus farklılığı yaygınlık kazanmıştır. Buna göre her İmân, İslâm demektir. Aksi ise böyle değildir. Sonra İmam Subkî doğru olanın ikisinin eşit olduğu veya birbirinden ayrılmaması gerektiği görüşünü tercih etmiştir. Bunun anlamı şöyledir: İslâm, kendisinde İmân’ın şart koşulduğu zahiri inkıyadın/boyun eğmenin konusudur. İmân ise, imkân dâhilinde (kendisinde teslimiyet gerektiren) sözün şart koşulduğu batıni tasdikin konusudur. Şu halde ikisinin de birbirine bağlı ve ayrı şeyler olduğu sabit olmuştur. Öyleyse her iman, İslam’dır; her İslam, İman değildir denilemez. Zira bu husus iki farklı şeyin birbirini gerektirmesi ile çelişmez. Çünkü tebayün’ün/farklılığın anlamı, her ne kadar iki şey mevcudiyette birbirini gerektirse de, iki şeyden birinin diğerine karşı doğru kabul edilmemesidir. İslâm lafzı hakkında kabul edilen görüş budur.


Her İmân, İslâm’dır, aksi böyle değildir diyenin sözüne gelince; Bu kimse İslâm lafzını bir anlam ifade eden ve etmeyen şeyler üzere genel olarak tarif etmiştir. Sonra bununla birlikte bu sözde (lügavi bir) aşırılık söz konusudur. Bu tarifin doğrusu şöyledir: Her Îmân’a İslâm lazım gelir, tersi ise böyle değildir.


Her Mü’min, Müslim’dir. Tersi böyle değildir diyen kimsenin sözüne gelince: eğer sen Îmân’ı, ancak lafız şartı ile müsemmasına delalet eder şeklinde ifade edersen, sahih olur. Yok, eğer Îmân ancak telaffuz ile şer’an dikkate alınarak müsemmasına delalet eder şeklinde ifade edersen, sahih olmaz.


Şeyhu’l İslâm Hâfız İbn-i Hacer, Fethu’l Bâri adlı eserinde bu konu hakkında şöyle demiştir: Bu konuyla alakalı delillerin tümünden ortaya çıkan sonuç şudur: İslâm ve Îmân kavramlarının her biri için lügavi bir hakikat olduğu gibi, şer’i bir hakikat de söz konusudur. Fakat bu iki kavramdan her biri, manasını tekmil etmek maksadıyla diğerine ihtiyaç duymaktadır. Tıpkı amel eden birinin itikâd/Îmân etmedikçe kâmil bir Müslüman olmayacağı gibi, Îmân eden birinin de amel etmedikçe kâmil bir mü’min olması düşünülemez. Nitekim Îmân, İslâm yerinde kullanıldığı gibi, İslâm da Îmân yerinde kullanılır. Veya bu iki lafızdan biri, ikisini kastetmek maksadıyla ıtlak edilir. Bu ise mecazi bir kullanım olup, kasıt ancak cümlenin siyakı/bağlamı ile açıklığa kavuşur. Eğer bu iki kavram soru dâhilinde beraberce anılırsa, ikisi de hakikat üzere hamledilir. Eğer ikisi beraber anılmaz veya soru dâhilinde olmazsa, karinelerden ortaya çıkan duruma göre hakikat veya mecaz üzere hamledilmeleri mümkün olur.


Zikrettiğimiz son iki görüşün mercii, sanki İslâm ve Îmân kavramlarının şer’i kullanımlarını gerekli kılmaktadır. Bu ise Ebu Hamid el’Gazzali’nin sözün başında işaret etmiş olduğu üç bahisten ikinci bahsin konusudur.


Allâme Âlûsi şöyle demektedir: Îmân lügatte, tasdik etmek demektir. Yani bir haber getiren kimsenin hükmüne/haberine inanmak, itaat etmek ve onu kabul ederek doğru söylediğine şahitlik etmektir. Daha önce de geçtiği gibi, “emn” kökünden türemiş olup if’al babından mastardır.


Şer’i kullanımına gelince: Îmân, Allah Resulü’nün (Allah (c.c) katından) getirdiği zaruri olarak bilinen konularda, tafsili olarak bilinenleri tafsili, icmâli bilinenleri icmâli (toptan) olarak tasdik etmektir. İşte bu, muhakkik âlimlerin cumhurunun mezhebi/görüşüdür.


Zaruri ilminden murat, Allah Resulü’nden sabit olarak/Onun haber vermesi ile meydana gelmesi olup zaruri olarak başlı başına sabit oluşu anlamına değildir. Zira bu ilim ancak mütevatir haber ile elde edilir. Nitekim bu şerhin/kitabın mukaddime kısmında tevatür haberin kısımları zikredilmişti. Ancak İbni Rüşd “tevarüs”[1] haberin amelde mütevatir haberi ifade ettiğini kabul etmemiştir. Bu, akılda tutulsun.


İkinci mesele, şer’i kullanımları;


İmam Gazzali dedi ki: İkinci bahis, Îmân ve İslâm’ın şer’i kullanımları hakkındadır. Bu hususta hak olan, bu iki kavramın şer’an istimali teradüf, tevarud, ihtilaf ve tedahül yolu üzere varit olmalarıdır.


Teradüf’e (eş anlamlı) gelince, bu kullanım şekli Allah Teâlâ’nın şu kavlinde geçmektedir: “Nihayet biz mü’minlerden orada bulunan kimseleri çıkardık. Fakat biz orada Müslümanlardan bir ev halkından başka kimseyi de bulamadık.”[2] Müfessirler, ayette, içinde mü’minlerin bulunduğu kastedilen evden başka bir evin bulunmadığı konusunda ittifak halindedir. (yani ayette geçen mü’min ve Müslim kelimeleri aynı anlamı ifade etmektedir). Diğer bir ayette şöyle buyrulmuştur: Musa dedi ki: Ey kavmim! Siz gerçekten Allah´a iman ettinizse, O´na samimiyetle teslim olan Müslümanlardan oldunuzsa artık O´na güvenin![3]


Allah Resulü (s.a.v): Vefd Abdi’l Kays hadisinde “İslâm beş temel üzerine bina edilmiştir” buyurarak, Îmân’ı (şehadet, namaz, zekât, hacc ve ramazan orucu olarak) beyan etmiştir. (Şârih)Ben derim ki: Kastedilen hadiste bu ihtimalli bir durumdur. Zira ileride de geleceği üzere Vefd Abdi’l Kays hadisinde bu husus tayin edilmiş değildir.


İhtilaf’a (farklı kullanım) gelince, Allah Teâlâ şöyle buyurmaktadır: “Bedevîler "inandık" dediler. De ki: Siz îmân etmediniz ama "İslâm olduk." deyin. Henüz îmân kalplerinize yerleşmedi.”[4] Bu ayette Allah (c.c) îmân iddiasında bulunan bedevilerin, kalplerinde îmân’ın oluşunu red etmiştir. Ayette îmân’dan maksat tasdik ve itmi’nan veya tasdiki pekiştirme ve kökleştirmedir. Yine ayette Allah (c.c), bedevilerin İslâm oluşlarını, yani zahirde dil ve azalarla teslimiyetlerini onaylamıştır. Bu durum, İmam Ahmed’in Müsned’inde merfu olarak gelen şu hadisteki gibidir: İslâm açıktır (alenidir), îmân kalptedir.”[5] İbni Kesir bu hadisi tefsirinde zikretmiştir. Hadisin ravileri arasında Ali b. Mes’ade vardır. Muhaddislerden bazıları onun sika olduğunu söylerken, başkaları da zayıf olduğunu belirtmişlerdir. Cibril hadisi olarak bilinen hadiste, Cebrail (a.s)’ın Peygamber (s.a.v)’e îmân’dan sorması üzerine, Resulü Ekrem şöyle demiştir: îmân, Allah’a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, ahiret gününe ve hayr ve şerri ile kadere îmân etmendir, buyurdu. Cebrail (a.s)’ın, İslâm nedir? Sorusuna cevap olarak beş hususiyet zikretmiş ve İslâm’ı, söz ve amel olmak üzere zahiri teslimiyetten ibaret olduğunu beyan etmiştir. Sa’d (bin Ebi Vakkas)’dan gelen bir hadiste ise şöyle buyurmuştur: Hz. Peygamber (s.a.v) adamın birine bir şeyler verdi. Orada bulunan başka birine ise bir şey vermedi. Buna binaen Sa’d (r.anh): “Ey Allah’ın Resulü! Mü’min olduğu halde filan adama bir şeyler vermedin” dedi. Allah Resulü de, “yoksa o Müslim midir? Buyurdu. Sa’d aynı soruyu bir daha sordu, Allah Resulü de aynı şekilde cevap verdi.”[6]


Tedahül’e (iki kavramın iç içe geçmesi) gelince, bir rivayette Allah Resulü (s.a.v)’e “amellerin en üstünü” hangisidir diye sorulmuş, O da; Allah’a îmân’dır, buyurmuş; yine “hangi İslâm daha üstündür” sorusuna; îmân’dır, demiştir. Bu hadisi İmam Ahmed tahriç etmiştir.”[7] Taberani ise Amr b. Anbese’den rivayet etmiştir. Muhaddis Iraki bu hadis hakkında, isnadı sahihtir ama munkatı’dır demiştir. Bu hadis, îmân ve İslâm kavramlarının ihtilaf (anlamca farklı) ve tedahül (iç içe geçmek) olduklarına dair bir delildir ve bu iki kavramın bu şekilde kullanımları lügate de uygundur. Çünkü îmân, amellerden bir amel olup, en üstünüdür. İslâm ister kalp, ister dil, isterse de azalarla olsun teslimiyet demektir. En üstün teslimiyet ise kalp ile olandır. O da îmân olarak isimlendirilen tasdik etmek anlamındadır. Dolayısıyla İslâm ve îmân kelimelerini ufak değişikliklerle ihtilaf, tedahül ve teradüf yolu üzere istimal etmek, Arap lügatinin kullanım olarak imkân verdiği ölçülerin dışına çıkmamak anlamına gelmektedir.


Hafız İbni Receb konuyla alakalı şunları ifade etmektedir: İslâm ve îmân lafızlarından her biri ayrı ayrı zikredildiklerinde, aralarında bir farklılık olmaz. Eğer ikisi bir arada zikredilirse, bu durumda aralarında bir fark olur. İkisi arasındaki fark tam olarak şöyledir: îmân, kalbin tasdiki, ikrarı ve marifetidir. İslâm ise Allah’a (c.c) teslim olmak, itaat etmek ve boyun eğmektir. Bu da amel ile olup, dinin kendisidir. Tıpkı Allah Teâlâ’nın kitabında İslâm’ı din olarak isimlendirdiği gibi.[8] Cibril hadisinde ise Nebi (s.a.v) din’i İslâm, îmân ve ihsan olarak isimlendirmiştir. İslâm ve îmân, fakir ve miskin isimleri gibidir. Zira bu iki isim bir arada kullanıldıkları zaman, ayrı anlamlar kazanırlar, ayrı kullanıldıklarında, aynı anlam üzerinde birleşirler. Biri tek başına kullanıldığında, diğeri de ona dâhil olur. Eğer ikisi beraber zikredilirse, ikisinden birisi, kendisini diğerinden ayırt edici bir tarife ihtiyaç duyar. İşte İslâm ve îmân bir arada zikredildiklerinde îmân’dan kasıt, kalp ile tasdik, İslâm’dan kasıt ise amel cinsi olur.


Ben derim ki (Şârih): Bu ifadelere göre îmân ruh gibidir, İslâm onun bedenidir. Ya da îmân hakikat, İslâm onun suretidir. Veya îmân asıl, İslâm da onun bir parçasıdır.


Üçüncü mesele, îmân ve İslâm’ın şer’i hükümleri;


Üçüncü bahis, şer’i hükümleri hakkındadır. İslâm ve îmân’ın uhrevi ve dünyevi olmak üzere iki hükmü vardır.


Uhrevi hükmüne gelince o, sahibini cehennemden çıkartmak ve orada ebedi kalmasını engellemektir. Çünkü Allah Resulü (s.a.v): “Kimin kalbinde zerre miskali kadar îmân bulunursa, cehennemden çıkar” buyurmuştur. İslâm âlimleri, Îmân’ın bu uhrevi hükmü hakkında, onun ne üzere terettüp edeceği hususunda ihtilaf etmiş ve îmân’ın hakikati nedir konusunda çeşitli görüşleri dile getirmişlerdir.


Kimisi onun sadece akd/bağlılık (kalp ile tasdik), kimisi kalp ile akd/tasdik, dil ile şehadet olduğunu söylemiş, diğer birisi de ona bir üçüncüsünü; azalar ile amel etmeyi eklemiştir. Biz şimdi bu konu üzerindeki perdeyi açarak deriz ki;


Her kim yukarıda zikredilen üç hususun arasını cem ederse, onun barınağının cennet olmasında bir ihtilaf söz konusu değildir. Bu, birinci derecedir.


İkinci derece: Bir kimsede ilk iki şartın tamamının ve üçüncü şartın bir kısmının bulunmasıdır. Bunlar da dil ile şehadet, kalp ile tasdik ve bazı amellerdir. Fakat bununla beraber bu îmân sahibi, büyük günahları veya bir kısmını işlemiştir. Tam bu noktada Mutezile şöyle demektedir: Bu kimse işlemiş olduğu büyük günahlardan dolayı îmân’dan çıkar, fakat küfre girmez. Bilakis fâsık ismini alır. O, iki menzile arasında bir yerde olur ve cehennemde ebedi kalır. Hariciler ise şöyle demektedirler: Bu kimse îmân’dan çıkar ve küfre girer. Diğer kâfirler gibi ebedi olarak cehennemde kalır.


Hafız İbni Teymiyye der ki; büyük günah işleyen kimsenin hükmü hakkında bilinmesi gereken şudur: Mutezile ve Haricilerin savunduğu, Ehli Sünnetten ise hiç kimsenin kabul etmediği görüş, büyük günah sahiplerinin cehennemde ebedi kalması hükmüdür. Hiç şüphe yok ki bu görüş, en meşhur bid’atlerdendir. Nitekim sahabe ve onlara iyilikle tabi olanlar ve diğer İslâm âlimleri, kalbinde zerre miskali kadar îmân bulunan kimsenin cehennemde ebedi kalmayacağı; keza Allah Resulü (s.a.v)’in, ümmetinden büyük günah sahibi olup, Allah Teâlâ’nın haklarında şefaat izni verdiği kimselere şefaat edeceği konusunda ittifak etmişlerdir. (Şefaat konusunda bu husus işlenecektir inşaallah). Müslümanları günahlarından ötürü tekfir etmek Haricilerin bid’atlerindendir. Mutezile’nin bid’ati ise büyük günah işleyen Müslümanlardan, îmân ismini nefyetmeleridir. Daha önce de geçtiği gibi onlara göre ehli kebâir ne müslimdir ne de kâfirdir. Bu bid’atlerin tümü çirkin olup, sahabenin, tabiinin ve Ehlisünnet ve’l cemaatten olan selef imamlarının görüşlerine aykırıdır. Ehli hak nezdinde bu hususta tek hakikat, ehli kebairin, îmân’ı nakıs olan bir mü’min olmasıdır. O, sahip olduğu îmân ile mü’min, büyük günahı sebebiyle fâsıktır. Ona, ne mutlak/kâmil manada mü’min ismi verilir, ne de ondan mutlak olarak mü’min ismi alınır.


Üçüncü derece: Azalarla amel dışında, kalpte tasdik’in bulunması ve dil ile şahitlik etmektir.

[1] “Tevatürü tevarüs”: Peygamber (s.a.v)’in zamanından günümüze kadar herkesin kendisi ile amel ettiği habere denilir.


[2] Zariyat 35-36


[3] Yunus 84


[4] Hucurat 14


[5] Müsned 3/143, İbni Ebi Şeybe 11/11, Ebu Ya’la 2923, isnadında Ali b. Mes’ade olup, zayıftır.


[6] Buhari 27, Müslim 180, Ebu Davud 4683, Ahmed 1/167


[7] Müsned 4/114


[8] Maide suresinin 3. Ayetinde Allah (c.c): Din olarak size İslâm’ı seçtim (beğendim), buyurmaktadır.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder