Ameller îmân’dan bir
cüz müdür, değil midir?
Âlimler,
amellerin îmân’ın bir cüz’ü olup olmaması hükmünde ihtilaf etmişlerdir. Bu
konuda Ebu Talip el’Mekki şunları ifade etmektedir: “Azalarla amel, îmândandır.
Îmân ancak amel etmekle tamamlanır.” Ebu Talip el’Mekki bu hususta icma
olduğunu iddia etmiş, akabinde bu iddiasını nakzeden bazı delillerle istidlalde
bulunmuştur. Mesela: “îmân edenler ve salih amel işleyenler” ayeti gibi. Çünkü
iddiasına mesned olarak zikrettiği bu ayet, amelin îmândan sonra geldiğine ve
îmânın kendisi olmadığına delalet etmektedir. Eğer ayet böyle anlaşılmasa,
îmândan sonra zikredilen salih amel, sadece bir tekrar olurdu.
İşin daha
garibi, Ebu Talip el’Mekki’nin bu konuda icma olduğunu iddia etmesi ve bununla
beraber Allah Resulü’nün “Bir kimse tasdik ettiği bir hakikati, inkâr etmedikçe
küfre girmez” hadisini nakletmesidir. Akabinde Mutezile’nin: “Mü’min işlediği
büyük günahı sebebi ile cehennemde ebedi kalır” söylemini de red etmektedir.
Oysa salih amelin îmândan olduğunu iddia eden bir kimse, Mutezile mezhebinin bu
görüşünü tam da kabul etmiş demektir. Çünkü ameli îmânın bir rüknü olarak kabul
eden kişiye: “Kalbi ile tasdik, dili ile ikrar edip peşinden hemen ölen bir
kimse cennete midir” denildiğinde, evet demesi iktiza eder. Oysa bu cevabı
verdiğinde, amelsiz bir îmânın varlığına hükmetmiş olur.
Hatta biz daha da
ileri giderek ona: dili ile ikrar, kalbi ile tasdik eden bu kişi, bir namaz
vakti girinceye kadar yaşasa ve o namazı terk edip ya da zina edip akabinde
ölecek olsa, cehennemde ebedi kalır mı? diye sorsak; şayet “evet” derse,
Mutezile’nin görüşünü kabul etmiş olur. Eğer “hayır, bilakis hemen veya
(cehenneme girip çıktıktan) sonra cennete girer, tıpkı Ebu Zerr (r.anh)’ın
‘zina ve hırsızlık etse de” hadisinde ve bununla beraber Allah Resulü (s.a.v)’in
birçok sahih hadislerinde haber verdiği gibi “cennete ancak mü’minler veya
Müslüman olanlar girer” derse, amelin, îmân’ın bir rüknü ve varlığının bir
şartı olmadığını ve cenneti mutlaka amel ile hak etmenin gerekmediğini beyan
etmiş olur. Eğer bununla; “uzun bir müddet yaşayıp namaz kılmayan ve şer’i
amellerden herhangi birini işlemeye gayret etmeyen kimseleri kastediyorum”
derse, biz de deriz ki; bu müddetin bir sınırı var mıdır? Terki ile Îmân’ı
hükümsüz kılacak tâatların adedi kaç tanedir? İşlenmesiyle îmân’ı iptal edecek
büyük günahların sayısı kaç olmalıdır? Gerçekten tahmin ile buna karar vermek
mümkün değildir. Ve kesinlikle hiç kimse böyle bir tayin yapamaz.
Allâme Bedreddin
Aynî, amellerin îmân’ın aslına dâhil olmadığına dair (akli ve nakli) bazı
deliller ile istidlalde bulunmuştur. Onlardan bazıları şöyledir:
Birinci vecih: Bize بالله آمنوا “Allah’a îmân edin” lafzı ile yöneltilen
hitap, Arap lisânı iledir. Araplar bu hitapta geçen “îmân” lafzından ancak
“tasdik etmek” anlamını biliyorlardı. Arap lügatinde ise آمنوا lafzının tasdik anlamına geldiğini ifade eden bir nakil sabit değildir.
Çünkü eğer sabit olsaydı, bu bize mütevatir olarak nakledilirdi. Bu yüzden
Araplar nezdinde bu mananın bilinmesi ve îmân lafzının tasdik anlamı üzere
çokça nakledilir olması, nakledilen bu mananın şöhret (meşhur) bulmasına sebep
olmuştur. Çünkü bu mana, Müslümanların dillerinde sürekli dönüp dolaşan
lafızlardandır. Her ne kadar bu şekilde nakledilmemiş olsa da, biz îmân
lafzının tasdik anlamı üzere kaldığını anlamış olduk.
İkinci vecih: Ayetler,
îmân’nın mahallinin kalp olduğuna delalet etmektedir. Mesela: “Allah onların
kalplerine îmânı yazmıştır.”[1] Ve:
Kalpleri inanmadığı halde ağızları ile inandık diyenlerle…”[2] ayetleri
gibi. Îmânın yerinin kalp olduğunu “ la ilahe illallah” diyen birini öldürüp,
sonra da onun bunu inandığından dolayı değil, aksine ölüm korkusu ile
söylediğini mazeret olarak ileri süren Usame b. Zeyd’e, Allah Resulü
(s.a.v)’in: onun kalbini yardın da mı baktın? sözü de desteklemektedir.
Eğer sen: “Îmânın mahallinin kalp olması
gerekmiyor. Çünkü Cehm b. Safvan’ın ileri sürdüğü gibi îmânın, marifet/bilmek
anlamına gelmesinin mümkün olmasından, tasdik etmek anlamından ibarettir” dersen,
Derim ki: Îmânın marifetten ibaret
olmadığı şu iki vecihten dolayı şüphe götürmez bir gerçekliktir:
Bir: بالله
آمنوا hitabındaki îmân lafzı, Arap dilinde “tasdik
etmek” anlamında kullanılmış olup, Arap lügatinde başka bir anlam üzere nakledildiği
sabit değildir. Eğer îmân marifet/bilmekten ibaret olsaydı, Araplar nezdinde bir
karine olmaksızın îmân lafzından anlaşılabilecek başka bir manaya sarfedilmesi
lazım gelirdi. Bu, aslı esası olmayan bir şeydir. Aksi takdirde bir lafzı,
olmadığı bir mana üzere kullanmak, çeşitli lafızlarda da benzerini yapmayı
mümkün kılardı. Bunda, lügatleri geçersiz kılmak, sem’i delillerle (nakledilen
bilgilerin) kusurundan söz etmenin lüzumu ve o delillere güvenin ortadan
kalkmasının tehlikesi söz konusudur. Bu ise akla ve mantığa aykırıdır.
İki: Ehli Kitap ve Firavun, Hz. Muhammed
ve Hz. Musa’nın peygamber olduklarını biliyorlardı. Fakat onların
peygamberliğini bildikleri halde tasdik etmedikleri için mü’min olmuyorlardı.
Bu sebeple îmânın tasdikten ibaret olduğu sabit olmuştur. Çünkü üçüncü bir
ihtimalden söz eden kimse yoktur.
Üçüncü
vecih: Küfür, îmânın zıddıdır. Bundan dolayı onun mukabili olarak istimal
edilmiştir. Nitekim Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur: “Kim Tağutu inkâr eder ve
Allah’a îmân ederse…”[3] Küfür,
yalanlamak ve inkâr etmek demektir. Bu ikisi de ancak kalp ile olur. Îmân ve
küfrün zıtlığı da böyle kalp iledir. Çünkü iki şeyin iki farklı mahalde olması
zıtlık değildir. Bu sebeple îmânın, kalbin fiili ve tasdikten ibaret olduğu
sabit olmaktadır. Zira yalanlamanın zıddı, tasdiktir.
Dördüncü
vecih: Salih amellerin îmâna atfedilmesidir. Allah Teâlâ’nın şu kavlinde
olduğu gibi: “îmân edip salih ameller işleyenlere gelince, onlar için Firdevs
cennetleri konak olmuştur.”[4] Ve:
Onlar, gaybe îmân eder ve namazı ikame ederler…”[5] Ve:
“Allah’ın mescitlerini ancak Allah’a ve ahiret gününe îmân eden namazı dosdoğru
kılanlar… imar eder.”[6]
Zikredilen bu ayetlerin hepsi, salih amellerin îmândan ayrıldığına delalet
etmektedirler. Çünkü eğer îmâna dâhil olsaydı, amellerin îmâna atfedilmesi,
faydasız bir tekrar olmasını gerekli kılardı.
Beşinci
vecih: îmânın, salih amelin zıddı ile (su-i amel) karşılaştırılmasıdır.
Allah Teâlâ’nın şu kavlinde olduğu gibi: Mü’minlerden iki grup savaşırlarsa…”[7] Bu ayetin
konumuza delalet vechi, bir şeyin kendi cüz’ü ile karşılaştırılmasının caiz
olmamasıdır. Nitekim İmam Buhari, sahihinde bu ayeti şu şekilde izah etmiştir:
Eğer mü’minlerden iki grup aralarında savaşırlarsa, aralarını ıslah edin. Allah
onları mü’min olarak isimlendirmiş ve bazı büyük günahları işlemekle bir
kimseden mü’min isminin kalkmayacağını haber vermiştir.
Altıncı
vecih: Allah Teâlâ’nın: îmân edip de îmânlarına herhangi bir haksızlık
bulaştırmayanlar…” kavlidir. Yani; îmân edip, îmânlarına işledikleri haramları
karıştırmayanlar, demektir. Eğer taat îmâna dâhil olsaydı, zulmün îmândan
nefyedilmesi gerekirdi. Çünkü bir şeyin cüz’ünün zıddı, kendisinden reddedilir.
Eğer öyle olmasa, iki zıd şeyin bir araya gelmesi söz konusu olurdu. Bu durumda
kendisinden sakınılan şeyin, onun üzerine atfedilmesi, sadece faydasız bir
tekrardan ibaret olurdu.
Yedinci vecih: Allah
Teâlâ îmânı, amelin sıhhati için bir şart kılmıştır. Allah (c.c) şöyle buyurur:
“Gerçekten mü’min iseniz, Allah’tan korkun da aranızı düzeltin, Allah’a ve
peygamberine itaat edin.”[8] Yine
Allah (c.c): Kim salih amel işlerse, o gerçekten mü’mindir.”[9] Bir
şeyin şartı, onun mahiyetinin haricinde bir şey olur. Îmânın, salih amelin
sıhhat şartı olduğuna dair içerisinde “o gerçekten mü’mindir” ibaresi olan
ayetler Nisa, Beni İsrail (İsra), Taha ve Enbiya surelerinde geçmektedir. Keza
Taha suresinde Allah Teâlâ: Her kim de O’na, salih ameller işlemiş bir mü’min
olarak varırsa...”[10]
buyurmaktadır.
Sekizinci
vecih: Allah Teâlâ kullarına îmân (mü’min) ismi ile hitap etmiştir. Sonra
onları, oruç,[11]
namaz,[12] abdest[13]
ayetlerinde olduğu gibi, amellerle mükellef kılmıştır. Bu da amellerin, îmân
mefhumundan ayrıldığına delalet etmektedir. Öyle olmasa idi, Allah Teâlâ’nın
insanları mükellef kılması, hâsılı tahsil etme (zaten olanı elde etme, boşuna
yorulma) anlamına gelirdi.
Dokuzuncu
vecih: Allah Resulü (s.a.v) Cebrail (a.s)’ın îmândan sorması üzerine, onu
tasdik olarak zikretmekle yetindi. Şöyle buyurdu: İman, Allah’a, meleklerine,
Onunla karşılaşacağına, peygamberlerine ve dirilişe îmân etmendir. Sözünün
sonunda da; “Bu Cebrail idi, insanlara dinlerini öğretmeye geldi” buyurdu. Eğer
îmân, başka şey ile beraber tasdik’in ismi olsaydı, Peygamber (s.a.v) cevabı
kısaltarak verirdi. Cebrail (a.s) da onlara dinlerini öğretmeye değil, dinin
emirlerini karışık hale getirmek için gelirdi.
Onuncu
vecih: Allah Teâlâ mü’minlere, şu ayeti kerimede Tevbe etmelerini
emretmiştir: Ey îmân edenler! Allah’a Nasuh bir tevbe ile tevbe ediniz.”[14] Ve: Ey
mü’minler! Hepiniz Allah’a tevbe edin.”[15] Bu
ayetler, îmânın masiyetlerle beraber bir araya gelmesinin doğruluğuna delalet
etmektedir. Çünkü tevbe, ancak günahtan ötürü yapılır. Bir şey zıddının cüz’ü
ile bir araya gelmez.
Şu hadis de, ameli hesaba katmamak ve
ikrar etmekle beraber îmânın, kalbin tasdiki olduğuna delalet etmektedir: Ensar’dan
bir adam, yanında siyahî bir cariye ile Allah Resulü’ne geldi ve Ona; “Ey Allah’ın
Resulü (s.a.v), benim mü’mine bir köleyi azad etme borcum (adak) var, eğer sen
bu (kadın) köleyi mü’mine olarak görüyorsan, onu azad edeyim mi? dedi. Bunun üzerine
Allah Resulü (s.a.v) cariye’ye; Allah’tan (c.c) başka ilah olmadığına şahitlik
eder misin? dedi. Cariye: evet, dedi. Bu defa Allah Resulü (s.a.v): Benim Allah
Resulü olduğuma şehadet eder misin? dedi. Cariye yine: evet, dedi. Yine Allah
Resulü (s.a.v): Öldükten sonra dirilişe inanıyor musun? Dedi. Cariye: evet,
dedi. Bunun üzerine Resulü Ekrem adama, onu azad edebilirsin, dedi.[16]
Ebu Hureyre (r.anh)’den: Bir adam yanında
acemi siyahî bir cariye ile Allah Resulü (s.a.v)’e geldi ve Ona: Benim mü’mine
bir köleyi azad borcum var (onu azad edebilir miyim?) dedi. Allah Resulü
(s.a.v) cariye’ye: Allah nerededir, diye sordu. Kadın başını semaya kaldırarak
işaret parmağı ile semayı işaret etti. Allah Resulü (s.a.v) bu defa ona: Ben kimim?
diye sordu. Kadın işaret parmağı ile önce Allah Resulü’nü sonra da semayı
işaret etti. Yani sen Allah’ın Resulü’sün demek istedi. Bunun üzerine Resulü
Ekrem: onu azad edebilirsin, dedi. Hadisi İmam Ahmed, Bezzar ve İmam Taberani
de “Evsat’ında’ rivayet etmiş, ancak Allah Resulü (s.a.v)’in cariye’ye şöyle
dediğini haber vermiştir: Rabbin kim? Cariye başı ile semayı işaret ederek; “Allah”
demiştir. (Hadisin tüm ravileri sikadırlar)
Cibril hadisinin bazı tariklerinde Allah
Resulü (s.a.v): îmân Allah’a, meleklerine kitaplarına, peygamberlerine,
cennete, cehenneme, hayrı ve şerri, acısı ve tatlısı ile kadere îmân etmendir,
buyurduktan sonra Cebrail (a.s) Ona; Ben bunları yaptığımda mü’min olur muyum? demiş,
Allah Resulü (s.a.v) de “evet” diyerek cevap vermiştir. Bunun üzerine Cebrail
(a.s): Doğru söyledin, buyurmuştur.[17]
Ebu Derda (r.anh)’den gelen bir hadiste o
şöyle demiştir: Allah Resulü (s.a.v): Kim îmân etmekle beraber beş şey
(şehadet, namaz, zekât, oruç, hacc) ile gelirse, cennete girer… buyurmuştur.[18]
İbni Abbas (r.anh)’den, o şöyle demiştir:
Allah Resulü (s.a.v) buyurdu ki: Bir kimsenin: Rabb olarak Allah’tan, Peygamber
olarak Muhammed (s.a.v)’den ve din olarak İslâm’dan razı oldum demesi, ona îmân
olarak yeter.[19]
[1] Mücadele
22
[2] Maide 41
[3] Bakara
256
[4] Kehf 107
[5] Bakara 2
[6] Tevbe 18
[7] Hucurat
9
[8] Enfal 1
[9] Taha 112
[10] Taha 75
[11] Bakara
183
[12] İbrahim
31
[13] Maide 6
[14] Tahrim
8
[15] Nur 31
[16] Bu hadisi
İmam Ahmed rivayet etmiştir.
[17] Mecmau’z
Zevaid
[18] Taberani,
Kebir
[19]
Taberani, Evsat