18 Ağustos 2019 Pazar

Fethu'l Mülhim Îmân kısmı tercümesi (2. Bölüm)


Ameller îmân’dan bir cüz müdür, değil midir?

     Âlimler, amellerin îmân’ın bir cüz’ü olup olmaması hükmünde ihtilaf etmişlerdir. Bu konuda Ebu Talip el’Mekki şunları ifade etmektedir: “Azalarla amel, îmândandır. Îmân ancak amel etmekle tamamlanır.” Ebu Talip el’Mekki bu hususta icma olduğunu iddia etmiş, akabinde bu iddiasını nakzeden bazı delillerle istidlalde bulunmuştur. Mesela: “îmân edenler ve salih amel işleyenler” ayeti gibi. Çünkü iddiasına mesned olarak zikrettiği bu ayet, amelin îmândan sonra geldiğine ve îmânın kendisi olmadığına delalet etmektedir. Eğer ayet böyle anlaşılmasa, îmândan sonra zikredilen salih amel, sadece bir tekrar olurdu. 

     İşin daha garibi, Ebu Talip el’Mekki’nin bu konuda icma olduğunu iddia etmesi ve bununla beraber Allah Resulü’nün “Bir kimse tasdik ettiği bir hakikati, inkâr etmedikçe küfre girmez” hadisini nakletmesidir. Akabinde Mutezile’nin: “Mü’min işlediği büyük günahı sebebi ile cehennemde ebedi kalır” söylemini de red etmektedir. Oysa salih amelin îmândan olduğunu iddia eden bir kimse, Mutezile mezhebinin bu görüşünü tam da kabul etmiş demektir. Çünkü ameli îmânın bir rüknü olarak kabul eden kişiye: “Kalbi ile tasdik, dili ile ikrar edip peşinden hemen ölen bir kimse cennete midir” denildiğinde, evet demesi iktiza eder. Oysa bu cevabı verdiğinde, amelsiz bir îmânın varlığına hükmetmiş olur. 

     Hatta biz daha da ileri giderek ona: dili ile ikrar, kalbi ile tasdik eden bu kişi, bir namaz vakti girinceye kadar yaşasa ve o namazı terk edip ya da zina edip akabinde ölecek olsa, cehennemde ebedi kalır mı? diye sorsak; şayet “evet” derse, Mutezile’nin görüşünü kabul etmiş olur. Eğer “hayır, bilakis hemen veya (cehenneme girip çıktıktan) sonra cennete girer, tıpkı Ebu Zerr (r.anh)’ın ‘zina ve hırsızlık etse de” hadisinde ve bununla beraber Allah Resulü (s.a.v)’in birçok sahih hadislerinde haber verdiği gibi “cennete ancak mü’minler veya Müslüman olanlar girer” derse, amelin, îmân’ın bir rüknü ve varlığının bir şartı olmadığını ve cenneti mutlaka amel ile hak etmenin gerekmediğini beyan etmiş olur. Eğer bununla; “uzun bir müddet yaşayıp namaz kılmayan ve şer’i amellerden herhangi birini işlemeye gayret etmeyen kimseleri kastediyorum” derse, biz de deriz ki; bu müddetin bir sınırı var mıdır? Terki ile Îmân’ı hükümsüz kılacak tâatların adedi kaç tanedir? İşlenmesiyle îmân’ı iptal edecek büyük günahların sayısı kaç olmalıdır? Gerçekten tahmin ile buna karar vermek mümkün değildir. Ve kesinlikle hiç kimse böyle bir tayin yapamaz.

     Allâme Bedreddin Aynî, amellerin îmân’ın aslına dâhil olmadığına dair (akli ve nakli) bazı deliller ile istidlalde bulunmuştur. Onlardan bazıları şöyledir:

     Birinci vecih: Bize بالله آمنوا “Allah’a îmân edin” lafzı ile yöneltilen hitap, Arap lisânı iledir. Araplar bu hitapta geçen “îmân” lafzından ancak “tasdik etmek” anlamını biliyorlardı. Arap lügatinde ise آمنوا lafzının tasdik anlamına geldiğini ifade eden bir nakil sabit değildir. Çünkü eğer sabit olsaydı, bu bize mütevatir olarak nakledilirdi. Bu yüzden Araplar nezdinde bu mananın bilinmesi ve îmân lafzının tasdik anlamı üzere çokça nakledilir olması, nakledilen bu mananın şöhret (meşhur) bulmasına sebep olmuştur. Çünkü bu mana, Müslümanların dillerinde sürekli dönüp dolaşan lafızlardandır. Her ne kadar bu şekilde nakledilmemiş olsa da, biz îmân lafzının tasdik anlamı üzere kaldığını anlamış olduk.

     İkinci vecih: Ayetler, îmân’nın mahallinin kalp olduğuna delalet etmektedir. Mesela: “Allah onların kalplerine îmânı yazmıştır.”[1] Ve: Kalpleri inanmadığı halde ağızları ile inandık diyenlerle…”[2] ayetleri gibi. Îmânın yerinin kalp olduğunu “ la ilahe illallah” diyen birini öldürüp, sonra da onun bunu inandığından dolayı değil, aksine ölüm korkusu ile söylediğini mazeret olarak ileri süren Usame b. Zeyd’e, Allah Resulü (s.a.v)’in: onun kalbini yardın da mı baktın? sözü de desteklemektedir.
     Eğer sen: “Îmânın mahallinin kalp olması gerekmiyor. Çünkü Cehm b. Safvan’ın ileri sürdüğü gibi îmânın, marifet/bilmek anlamına gelmesinin mümkün olmasından, tasdik etmek anlamından ibarettir” dersen,
     Derim ki: Îmânın marifetten ibaret olmadığı şu iki vecihten dolayı şüphe götürmez bir gerçekliktir:
     Bir: بالله آمنوا hitabındaki îmân lafzı, Arap dilinde “tasdik etmek” anlamında kullanılmış olup, Arap lügatinde başka bir anlam üzere nakledildiği sabit değildir. Eğer îmân marifet/bilmekten ibaret olsaydı, Araplar nezdinde bir karine olmaksızın îmân lafzından anlaşılabilecek başka bir manaya sarfedilmesi lazım gelirdi. Bu, aslı esası olmayan bir şeydir. Aksi takdirde bir lafzı, olmadığı bir mana üzere kullanmak, çeşitli lafızlarda da benzerini yapmayı mümkün kılardı. Bunda, lügatleri geçersiz kılmak, sem’i delillerle (nakledilen bilgilerin) kusurundan söz etmenin lüzumu ve o delillere güvenin ortadan kalkmasının tehlikesi söz konusudur. Bu ise akla ve mantığa aykırıdır.
     İki: Ehli Kitap ve Firavun, Hz. Muhammed ve Hz. Musa’nın peygamber olduklarını biliyorlardı. Fakat onların peygamberliğini bildikleri halde tasdik etmedikleri için mü’min olmuyorlardı. Bu sebeple îmânın tasdikten ibaret olduğu sabit olmuştur. Çünkü üçüncü bir ihtimalden söz eden kimse yoktur.

     Üçüncü vecih: Küfür, îmânın zıddıdır. Bundan dolayı onun mukabili olarak istimal edilmiştir. Nitekim Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur: “Kim Tağutu inkâr eder ve Allah’a îmân ederse…”[3] Küfür, yalanlamak ve inkâr etmek demektir. Bu ikisi de ancak kalp ile olur. Îmân ve küfrün zıtlığı da böyle kalp iledir. Çünkü iki şeyin iki farklı mahalde olması zıtlık değildir. Bu sebeple îmânın, kalbin fiili ve tasdikten ibaret olduğu sabit olmaktadır. Zira yalanlamanın zıddı, tasdiktir.

     Dördüncü vecih: Salih amellerin îmâna atfedilmesidir. Allah Teâlâ’nın şu kavlinde olduğu gibi: “îmân edip salih ameller işleyenlere gelince, onlar için Firdevs cennetleri konak olmuştur.”[4] Ve: Onlar, gaybe îmân eder ve namazı ikame ederler…”[5] Ve: “Allah’ın mescitlerini ancak Allah’a ve ahiret gününe îmân eden namazı dosdoğru kılanlar… imar eder.”[6] Zikredilen bu ayetlerin hepsi, salih amellerin îmândan ayrıldığına delalet etmektedirler. Çünkü eğer îmâna dâhil olsaydı, amellerin îmâna atfedilmesi, faydasız bir tekrar olmasını gerekli kılardı.

     Beşinci vecih: îmânın, salih amelin zıddı ile (su-i amel) karşılaştırılmasıdır. Allah Teâlâ’nın şu kavlinde olduğu gibi: Mü’minlerden iki grup savaşırlarsa…”[7] Bu ayetin konumuza delalet vechi, bir şeyin kendi cüz’ü ile karşılaştırılmasının caiz olmamasıdır. Nitekim İmam Buhari, sahihinde bu ayeti şu şekilde izah etmiştir: Eğer mü’minlerden iki grup aralarında savaşırlarsa, aralarını ıslah edin. Allah onları mü’min olarak isimlendirmiş ve bazı büyük günahları işlemekle bir kimseden mü’min isminin kalkmayacağını haber vermiştir.

     Altıncı vecih: Allah Teâlâ’nın: îmân edip de îmânlarına herhangi bir haksızlık bulaştırmayanlar…” kavlidir. Yani; îmân edip, îmânlarına işledikleri haramları karıştırmayanlar, demektir. Eğer taat îmâna dâhil olsaydı, zulmün îmândan nefyedilmesi gerekirdi. Çünkü bir şeyin cüz’ünün zıddı, kendisinden reddedilir. Eğer öyle olmasa, iki zıd şeyin bir araya gelmesi söz konusu olurdu. Bu durumda kendisinden sakınılan şeyin, onun üzerine atfedilmesi, sadece faydasız bir tekrardan ibaret olurdu.

     Yedinci vecih: Allah Teâlâ îmânı, amelin sıhhati için bir şart kılmıştır. Allah (c.c) şöyle buyurur: “Gerçekten mü’min iseniz, Allah’tan korkun da aranızı düzeltin, Allah’a ve peygamberine itaat edin.”[8] Yine Allah (c.c): Kim salih amel işlerse, o gerçekten mü’mindir.”[9] Bir şeyin şartı, onun mahiyetinin haricinde bir şey olur. Îmânın, salih amelin sıhhat şartı olduğuna dair içerisinde “o gerçekten mü’mindir” ibaresi olan ayetler Nisa, Beni İsrail (İsra), Taha ve Enbiya surelerinde geçmektedir. Keza Taha suresinde Allah Teâlâ: Her kim de O’na, salih ameller işlemiş bir mü’min olarak varırsa...”[10] buyurmaktadır.

     Sekizinci vecih: Allah Teâlâ kullarına îmân (mü’min) ismi ile hitap etmiştir. Sonra onları, oruç,[11] namaz,[12] abdest[13] ayetlerinde olduğu gibi, amellerle mükellef kılmıştır. Bu da amellerin, îmân mefhumundan ayrıldığına delalet etmektedir. Öyle olmasa idi, Allah Teâlâ’nın insanları mükellef kılması, hâsılı tahsil etme (zaten olanı elde etme, boşuna yorulma) anlamına gelirdi.

     Dokuzuncu vecih: Allah Resulü (s.a.v) Cebrail (a.s)’ın îmândan sorması üzerine, onu tasdik olarak zikretmekle yetindi. Şöyle buyurdu: İman, Allah’a, meleklerine, Onunla karşılaşacağına, peygamberlerine ve dirilişe îmân etmendir. Sözünün sonunda da; “Bu Cebrail idi, insanlara dinlerini öğretmeye geldi” buyurdu. Eğer îmân, başka şey ile beraber tasdik’in ismi olsaydı, Peygamber (s.a.v) cevabı kısaltarak verirdi. Cebrail (a.s) da onlara dinlerini öğretmeye değil, dinin emirlerini karışık hale getirmek için gelirdi.

     Onuncu vecih: Allah Teâlâ mü’minlere, şu ayeti kerimede Tevbe etmelerini emretmiştir: Ey îmân edenler! Allah’a Nasuh bir tevbe ile tevbe ediniz.”[14] Ve: Ey mü’minler! Hepiniz Allah’a tevbe edin.”[15] Bu ayetler, îmânın masiyetlerle beraber bir araya gelmesinin doğruluğuna delalet etmektedir. Çünkü tevbe, ancak günahtan ötürü yapılır. Bir şey zıddının cüz’ü ile bir araya gelmez.

     Şu hadis de, ameli hesaba katmamak ve ikrar etmekle beraber îmânın, kalbin tasdiki olduğuna delalet etmektedir: Ensar’dan bir adam, yanında siyahî bir cariye ile Allah Resulü’ne geldi ve Ona; “Ey Allah’ın Resulü (s.a.v), benim mü’mine bir köleyi azad etme borcum (adak) var, eğer sen bu (kadın) köleyi mü’mine olarak görüyorsan, onu azad edeyim mi? dedi. Bunun üzerine Allah Resulü (s.a.v) cariye’ye; Allah’tan (c.c) başka ilah olmadığına şahitlik eder misin? dedi. Cariye: evet, dedi. Bu defa Allah Resulü (s.a.v): Benim Allah Resulü olduğuma şehadet eder misin? dedi. Cariye yine: evet, dedi. Yine Allah Resulü (s.a.v): Öldükten sonra dirilişe inanıyor musun? Dedi. Cariye: evet, dedi. Bunun üzerine Resulü Ekrem adama, onu azad edebilirsin, dedi.[16]

     Ebu Hureyre (r.anh)’den: Bir adam yanında acemi siyahî bir cariye ile Allah Resulü (s.a.v)’e geldi ve Ona: Benim mü’mine bir köleyi azad borcum var (onu azad edebilir miyim?) dedi. Allah Resulü (s.a.v) cariye’ye: Allah nerededir, diye sordu. Kadın başını semaya kaldırarak işaret parmağı ile semayı işaret etti. Allah Resulü (s.a.v) bu defa ona: Ben kimim? diye sordu. Kadın işaret parmağı ile önce Allah Resulü’nü sonra da semayı işaret etti. Yani sen Allah’ın Resulü’sün demek istedi. Bunun üzerine Resulü Ekrem: onu azad edebilirsin, dedi. Hadisi İmam Ahmed, Bezzar ve İmam Taberani de “Evsat’ında’ rivayet etmiş, ancak Allah Resulü (s.a.v)’in cariye’ye şöyle dediğini haber vermiştir: Rabbin kim? Cariye başı ile semayı işaret ederek; “Allah” demiştir. (Hadisin tüm ravileri sikadırlar)

     Cibril hadisinin bazı tariklerinde Allah Resulü (s.a.v): îmân Allah’a, meleklerine kitaplarına, peygamberlerine, cennete, cehenneme, hayrı ve şerri, acısı ve tatlısı ile kadere îmân etmendir, buyurduktan sonra Cebrail (a.s) Ona; Ben bunları yaptığımda mü’min olur muyum? demiş, Allah Resulü (s.a.v) de “evet” diyerek cevap vermiştir. Bunun üzerine Cebrail (a.s): Doğru söyledin, buyurmuştur.[17]

     Ebu Derda (r.anh)’den gelen bir hadiste o şöyle demiştir: Allah Resulü (s.a.v): Kim îmân etmekle beraber beş şey (şehadet, namaz, zekât, oruç, hacc) ile gelirse, cennete girer… buyurmuştur.[18]

     İbni Abbas (r.anh)’den, o şöyle demiştir: Allah Resulü (s.a.v) buyurdu ki: Bir kimsenin: Rabb olarak Allah’tan, Peygamber olarak Muhammed (s.a.v)’den ve din olarak İslâm’dan razı oldum demesi, ona îmân olarak yeter.[19]


[1] Mücadele 22
[2] Maide 41
[3] Bakara 256
[4] Kehf 107
[5] Bakara 2
[6] Tevbe 18
[7] Hucurat 9
[8] Enfal 1
[9] Taha 112
[10] Taha 75
[11] Bakara 183
[12] İbrahim 31
[13] Maide 6
[14] Tahrim 8
[15] Nur 31
[16] Bu hadisi İmam Ahmed rivayet etmiştir.
[17] Mecmau’z Zevaid
[18] Taberani, Kebir
[19] Taberani, Evsat

10 Ağustos 2019 Cumartesi

Fethu'l Mülhim Îmân kısmı tercümesi (1. Bölüm)




ÎMÂN KİTABI



Şârih Muhyiddin en’Nevevi şöyle dedi: Bu bapta zikredilen en mühim mesele; İslâm âlimlerinin Îmân ve İslâm; bunların umum ve hususları, keza Îmân artar, eksilir mi? Yoksa artmaz, eksilmez mi? Ameller Îmândan mıdır, değil midir? hakkındaki ihtilâflarıdır. Nitekim mütekaddim ve müteahhir âlimler zikrettiğim bu hususlarda sözü çoğaltmıştır. Ben ise onların bu husustaki dağınık görüşlerinin bazı bölümlerini zikretmekle yetineceğim. Onların bu görüşlerinden birçok ziyade ile beraber zikrettiğim maksat hâsıl olacaktır.


Sonra onların, gayemizi ifade etmeye yetmeyen ve amaçladığımız hususu ihtiva etmeyen bu dağınık görüşleri, bizi bu meseleleri tashih ve tahkik etmeyi arzuladığımız bir yöne sevketti. Bir topluluk her ne kadar bu konuda tartışmayı uzatmış ve onu Ehl-i Sünnet ve’l Cemaat arasında bir fikir tartışması haline getirmişse de, iyi bir incelemeden sonraki hakkaniyetli bir araştırma, bu tartışmaların oldukça az ve sadece lâfzî bir tartışmaya benzediğini gösterir. Bundan dolayı bu çekişmenin onlar arasında hakiki bir ihtilaf olduğunu vehmettiren ve yayılmasını gerektiren çeşitli nakillerden uzaklaşmayı uygun gördük. Ayrıca kuvvetli ve zayıf görüşleri nakletmede, basit ve zor olanların her birinin peşine düşmede birçok musannifin yaptığını yapmadık. Aksine nezdimizde netice, konuları tahkik, tafsil ve tefhimde, meseleleri kapsamlı bir şekilde tamamlamada, zor kısımlarını ele almada ve delillerini incelemede sonuca ulaşan kimsenin sözü ile - ki o, ilmi derecesi en üstün ve en yüce olan İmam, Hüccetu’l İslam, Ebu Hamid Muhammed el’Gazzali, eş ’Şafii’dir - ve bu meselede sair ulemadan yaptığımız faydalı birçok ziyadelerle belirginleşmiştir.


Birinci mesele: İman’a taalluk eden meseleler hakkındadır.


İslâm, îmân’ın kendisi midir ya da başka bir şey midir?


İmam Gazzali dedi ki:
Birinci mesele: İslâm, îmân mıdır? Yoksa ondan başka bir şey midir? Eğer ondan başka bir şey ise; onun dışında bulunan ayrı bir şey midir? Veya imanla ilişkili ayrılmaz bir şey midir? hususunda ihtilaf edilmiştir. İkisinin aynı şey olduğu söylenmiştir. Yine birbiri ile bağlantısı olmayan iki şeydir denilmiştir. Ayrıca, biri diğeri ile bağlantılı olan iki şeydir de denilmiştir. Ebu Talib el’Mekki bu konuda baya uzun, ciddi problem arz eden görüşler zikretmiştir. Şimdi faydası olmayan nakilleri açıklamaya ihtiyaç duymaksızın, bu görüşleri doğru bir şekilde izah etmeye gayret edelim: Deriz ki: Bu konuda üç mesele vardır. Birincisi: Bu iki lafzın (Îmân ve İslâm) lügat açısından gereklilikleri; İkincisi: Şer’i kullanımdaki anlamları; Üçüncüsü: Dünya ve ahirete yönelik hükümleri hakkındadır. Birinci bahis lügavi, ikincisi tefsiri, üçüncüsü ise şer’i, fıkhi anlamıyla ilgilidir.


Birinci mesele: Lügat anlamları;


İmam Zemahşeri şöyle dedi: îmân kelimesi, emn kökünden olup, if’al veznindedir. Mesela: آمنته “ona güvendim” ve آمنته غيري “başkası beni ona güvendirdi” denilir. Sonra birini tasdik etmeye: آمنه denilir. Bunun hakikati ise, tekzip ve muhalefet etmeyeceğine dair ona güvence vermektir. باء harfi ile müteaddi (geçişli) olmasına gelince; ikrar ve kabul etmek anlamlarını içerir. لام harfi ile müteaddi olması ise Allah Teala'nın şu kavlinde olduğu gibidir: قالواأنؤمن لك واتبعك الأرذلون “Dediler ki; sana sıradan aşağılık insanlar uymuşken, inanır mıyız?.” Bu takdirde mana, boyun eğme ve itaat etmeyi içerir. Ebu Zeyd’in Araplardan naklettiği şu söze gelince: ما آمنت ان اجد صحابة “Bir dost bulacağıma itimat edemedim. ما آمنت yani: ماوثق anlamındadır. Bu sözün hakikati şudur: به أمن ذا صرت “Onunla güven içinde oldum.” Yani: Huzur ve sükûnet buldum, anlamındadır. Bazı şarihler Ebu Zeyd’in bu sözü hakkında şöyle demişlerdir: Araplardan nakledilen آمنت sözünün hakikati: صرت ذا امن وسكون“güven ve sükûnet buldum” şeklinde olup, sonra bu kelime الوثوق "güvenmek" kelimesine, daha sonra da التصديق "tasdik etmek" kelimesine nakledildi. Bu kelimenin, bu iki manaya nispetle mecaz olduğu gayet açıktır. Çünkü kim onu yalanlamayacağına dair güvence vermişse onu tasdik etmiştir. Kim de güvende olmuşsa, o da bir inanç ve itminan içindedir. Dolayısıyla bu da melzum (gerektiren) olan manadan lazım (gerekli) olan manaya intikal etmek demektir.(Yani; güvenmek ve inanmak/tasdik etmek kelimeleri, karşılıklı olarak birbirini gerektirmektedir. Zira iki şeyden gerektirene “melzum” gerekli olana “lâzım” denilir.)


İmam Gazzali dedi ki: Bu hususta doğru olan, İman’ın tasdikten ibaret olmasıdır. Nitekim Allah (c.c) şöyle buyurmuştur: ماأنت بمؤمن لنا “Sen bize inanacak değilsin.” Yani: بمصدق "tasdik edecek değilsin" demektir. İslâm ise boyun eğerek, itaat ederek teslim olmaktan ve kabul etmekten; isyan, inkâr ve inat etmeyi terk etmekten ibarettir. Tasdik etmenin kendine has özel bir yeri vardır ki o kalptir. Dil ise onun tercümanıdır. Teslim/teslimiyete gelince; o, kalp, lisan ve tüm uzuvları kapsar. Zira kalp ile tasdik edilen her şey teslim anlamına gelmektedir. Kibri ve inkârı terketmek, aynı şekilde dil ile itiraf etmek, taat göstermek ve uzuvlarla inkıyad/amel etmek de böyledir. Lügavi bir gereksinim olarak İslâm umumi, îmân ise daha hususi/özel bir anlamı havidir. Bu bakımdan îmân, İslâm’ın en şerefli cüzlerinden biri olmaktadır. O halde her tasdik, teslim demektir. Fakat her teslim, tasdik değildir.


Allâme Seyyid Mürtezâ ez’Zebidi İhya şerhinde şöyle dedi: İmam Subki buyurdu ki: (İmân ve İslâm’ın) mutlak olarak umum ve husus farklılığı yaygınlık kazanmıştır. Buna göre her İmân, İslâm demektir. Aksi ise böyle değildir. Sonra İmam Subkî doğru olanın ikisinin eşit olduğu veya birbirinden ayrılmaması gerektiği görüşünü tercih etmiştir. Bunun anlamı şöyledir: İslâm, kendisinde İmân’ın şart koşulduğu zahiri inkıyadın/boyun eğmenin konusudur. İmân ise, imkân dâhilinde (kendisinde teslimiyet gerektiren) sözün şart koşulduğu batıni tasdikin konusudur. Şu halde ikisinin de birbirine bağlı ve ayrı şeyler olduğu sabit olmuştur. Öyleyse her iman, İslam’dır; her İslam, İman değildir denilemez. Zira bu husus iki farklı şeyin birbirini gerektirmesi ile çelişmez. Çünkü tebayün’ün/farklılığın anlamı, her ne kadar iki şey mevcudiyette birbirini gerektirse de, iki şeyden birinin diğerine karşı doğru kabul edilmemesidir. İslâm lafzı hakkında kabul edilen görüş budur.


Her İmân, İslâm’dır, aksi böyle değildir diyenin sözüne gelince; Bu kimse İslâm lafzını bir anlam ifade eden ve etmeyen şeyler üzere genel olarak tarif etmiştir. Sonra bununla birlikte bu sözde (lügavi bir) aşırılık söz konusudur. Bu tarifin doğrusu şöyledir: Her Îmân’a İslâm lazım gelir, tersi ise böyle değildir.


Her Mü’min, Müslim’dir. Tersi böyle değildir diyen kimsenin sözüne gelince: eğer sen Îmân’ı, ancak lafız şartı ile müsemmasına delalet eder şeklinde ifade edersen, sahih olur. Yok, eğer Îmân ancak telaffuz ile şer’an dikkate alınarak müsemmasına delalet eder şeklinde ifade edersen, sahih olmaz.


Şeyhu’l İslâm Hâfız İbn-i Hacer, Fethu’l Bâri adlı eserinde bu konu hakkında şöyle demiştir: Bu konuyla alakalı delillerin tümünden ortaya çıkan sonuç şudur: İslâm ve Îmân kavramlarının her biri için lügavi bir hakikat olduğu gibi, şer’i bir hakikat de söz konusudur. Fakat bu iki kavramdan her biri, manasını tekmil etmek maksadıyla diğerine ihtiyaç duymaktadır. Tıpkı amel eden birinin itikâd/Îmân etmedikçe kâmil bir Müslüman olmayacağı gibi, Îmân eden birinin de amel etmedikçe kâmil bir mü’min olması düşünülemez. Nitekim Îmân, İslâm yerinde kullanıldığı gibi, İslâm da Îmân yerinde kullanılır. Veya bu iki lafızdan biri, ikisini kastetmek maksadıyla ıtlak edilir. Bu ise mecazi bir kullanım olup, kasıt ancak cümlenin siyakı/bağlamı ile açıklığa kavuşur. Eğer bu iki kavram soru dâhilinde beraberce anılırsa, ikisi de hakikat üzere hamledilir. Eğer ikisi beraber anılmaz veya soru dâhilinde olmazsa, karinelerden ortaya çıkan duruma göre hakikat veya mecaz üzere hamledilmeleri mümkün olur.


Zikrettiğimiz son iki görüşün mercii, sanki İslâm ve Îmân kavramlarının şer’i kullanımlarını gerekli kılmaktadır. Bu ise Ebu Hamid el’Gazzali’nin sözün başında işaret etmiş olduğu üç bahisten ikinci bahsin konusudur.


Allâme Âlûsi şöyle demektedir: Îmân lügatte, tasdik etmek demektir. Yani bir haber getiren kimsenin hükmüne/haberine inanmak, itaat etmek ve onu kabul ederek doğru söylediğine şahitlik etmektir. Daha önce de geçtiği gibi, “emn” kökünden türemiş olup if’al babından mastardır.


Şer’i kullanımına gelince: Îmân, Allah Resulü’nün (Allah (c.c) katından) getirdiği zaruri olarak bilinen konularda, tafsili olarak bilinenleri tafsili, icmâli bilinenleri icmâli (toptan) olarak tasdik etmektir. İşte bu, muhakkik âlimlerin cumhurunun mezhebi/görüşüdür.


Zaruri ilminden murat, Allah Resulü’nden sabit olarak/Onun haber vermesi ile meydana gelmesi olup zaruri olarak başlı başına sabit oluşu anlamına değildir. Zira bu ilim ancak mütevatir haber ile elde edilir. Nitekim bu şerhin/kitabın mukaddime kısmında tevatür haberin kısımları zikredilmişti. Ancak İbni Rüşd “tevarüs”[1] haberin amelde mütevatir haberi ifade ettiğini kabul etmemiştir. Bu, akılda tutulsun.


İkinci mesele, şer’i kullanımları;


İmam Gazzali dedi ki: İkinci bahis, Îmân ve İslâm’ın şer’i kullanımları hakkındadır. Bu hususta hak olan, bu iki kavramın şer’an istimali teradüf, tevarud, ihtilaf ve tedahül yolu üzere varit olmalarıdır.


Teradüf’e (eş anlamlı) gelince, bu kullanım şekli Allah Teâlâ’nın şu kavlinde geçmektedir: “Nihayet biz mü’minlerden orada bulunan kimseleri çıkardık. Fakat biz orada Müslümanlardan bir ev halkından başka kimseyi de bulamadık.”[2] Müfessirler, ayette, içinde mü’minlerin bulunduğu kastedilen evden başka bir evin bulunmadığı konusunda ittifak halindedir. (yani ayette geçen mü’min ve Müslim kelimeleri aynı anlamı ifade etmektedir). Diğer bir ayette şöyle buyrulmuştur: Musa dedi ki: Ey kavmim! Siz gerçekten Allah´a iman ettinizse, O´na samimiyetle teslim olan Müslümanlardan oldunuzsa artık O´na güvenin![3]


Allah Resulü (s.a.v): Vefd Abdi’l Kays hadisinde “İslâm beş temel üzerine bina edilmiştir” buyurarak, Îmân’ı (şehadet, namaz, zekât, hacc ve ramazan orucu olarak) beyan etmiştir. (Şârih)Ben derim ki: Kastedilen hadiste bu ihtimalli bir durumdur. Zira ileride de geleceği üzere Vefd Abdi’l Kays hadisinde bu husus tayin edilmiş değildir.


İhtilaf’a (farklı kullanım) gelince, Allah Teâlâ şöyle buyurmaktadır: “Bedevîler "inandık" dediler. De ki: Siz îmân etmediniz ama "İslâm olduk." deyin. Henüz îmân kalplerinize yerleşmedi.”[4] Bu ayette Allah (c.c) îmân iddiasında bulunan bedevilerin, kalplerinde îmân’ın oluşunu red etmiştir. Ayette îmân’dan maksat tasdik ve itmi’nan veya tasdiki pekiştirme ve kökleştirmedir. Yine ayette Allah (c.c), bedevilerin İslâm oluşlarını, yani zahirde dil ve azalarla teslimiyetlerini onaylamıştır. Bu durum, İmam Ahmed’in Müsned’inde merfu olarak gelen şu hadisteki gibidir: İslâm açıktır (alenidir), îmân kalptedir.”[5] İbni Kesir bu hadisi tefsirinde zikretmiştir. Hadisin ravileri arasında Ali b. Mes’ade vardır. Muhaddislerden bazıları onun sika olduğunu söylerken, başkaları da zayıf olduğunu belirtmişlerdir. Cibril hadisi olarak bilinen hadiste, Cebrail (a.s)’ın Peygamber (s.a.v)’e îmân’dan sorması üzerine, Resulü Ekrem şöyle demiştir: îmân, Allah’a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, ahiret gününe ve hayr ve şerri ile kadere îmân etmendir, buyurdu. Cebrail (a.s)’ın, İslâm nedir? Sorusuna cevap olarak beş hususiyet zikretmiş ve İslâm’ı, söz ve amel olmak üzere zahiri teslimiyetten ibaret olduğunu beyan etmiştir. Sa’d (bin Ebi Vakkas)’dan gelen bir hadiste ise şöyle buyurmuştur: Hz. Peygamber (s.a.v) adamın birine bir şeyler verdi. Orada bulunan başka birine ise bir şey vermedi. Buna binaen Sa’d (r.anh): “Ey Allah’ın Resulü! Mü’min olduğu halde filan adama bir şeyler vermedin” dedi. Allah Resulü de, “yoksa o Müslim midir? Buyurdu. Sa’d aynı soruyu bir daha sordu, Allah Resulü de aynı şekilde cevap verdi.”[6]


Tedahül’e (iki kavramın iç içe geçmesi) gelince, bir rivayette Allah Resulü (s.a.v)’e “amellerin en üstünü” hangisidir diye sorulmuş, O da; Allah’a îmân’dır, buyurmuş; yine “hangi İslâm daha üstündür” sorusuna; îmân’dır, demiştir. Bu hadisi İmam Ahmed tahriç etmiştir.”[7] Taberani ise Amr b. Anbese’den rivayet etmiştir. Muhaddis Iraki bu hadis hakkında, isnadı sahihtir ama munkatı’dır demiştir. Bu hadis, îmân ve İslâm kavramlarının ihtilaf (anlamca farklı) ve tedahül (iç içe geçmek) olduklarına dair bir delildir ve bu iki kavramın bu şekilde kullanımları lügate de uygundur. Çünkü îmân, amellerden bir amel olup, en üstünüdür. İslâm ister kalp, ister dil, isterse de azalarla olsun teslimiyet demektir. En üstün teslimiyet ise kalp ile olandır. O da îmân olarak isimlendirilen tasdik etmek anlamındadır. Dolayısıyla İslâm ve îmân kelimelerini ufak değişikliklerle ihtilaf, tedahül ve teradüf yolu üzere istimal etmek, Arap lügatinin kullanım olarak imkân verdiği ölçülerin dışına çıkmamak anlamına gelmektedir.


Hafız İbni Receb konuyla alakalı şunları ifade etmektedir: İslâm ve îmân lafızlarından her biri ayrı ayrı zikredildiklerinde, aralarında bir farklılık olmaz. Eğer ikisi bir arada zikredilirse, bu durumda aralarında bir fark olur. İkisi arasındaki fark tam olarak şöyledir: îmân, kalbin tasdiki, ikrarı ve marifetidir. İslâm ise Allah’a (c.c) teslim olmak, itaat etmek ve boyun eğmektir. Bu da amel ile olup, dinin kendisidir. Tıpkı Allah Teâlâ’nın kitabında İslâm’ı din olarak isimlendirdiği gibi.[8] Cibril hadisinde ise Nebi (s.a.v) din’i İslâm, îmân ve ihsan olarak isimlendirmiştir. İslâm ve îmân, fakir ve miskin isimleri gibidir. Zira bu iki isim bir arada kullanıldıkları zaman, ayrı anlamlar kazanırlar, ayrı kullanıldıklarında, aynı anlam üzerinde birleşirler. Biri tek başına kullanıldığında, diğeri de ona dâhil olur. Eğer ikisi beraber zikredilirse, ikisinden birisi, kendisini diğerinden ayırt edici bir tarife ihtiyaç duyar. İşte İslâm ve îmân bir arada zikredildiklerinde îmân’dan kasıt, kalp ile tasdik, İslâm’dan kasıt ise amel cinsi olur.


Ben derim ki (Şârih): Bu ifadelere göre îmân ruh gibidir, İslâm onun bedenidir. Ya da îmân hakikat, İslâm onun suretidir. Veya îmân asıl, İslâm da onun bir parçasıdır.


Üçüncü mesele, îmân ve İslâm’ın şer’i hükümleri;


Üçüncü bahis, şer’i hükümleri hakkındadır. İslâm ve îmân’ın uhrevi ve dünyevi olmak üzere iki hükmü vardır.


Uhrevi hükmüne gelince o, sahibini cehennemden çıkartmak ve orada ebedi kalmasını engellemektir. Çünkü Allah Resulü (s.a.v): “Kimin kalbinde zerre miskali kadar îmân bulunursa, cehennemden çıkar” buyurmuştur. İslâm âlimleri, Îmân’ın bu uhrevi hükmü hakkında, onun ne üzere terettüp edeceği hususunda ihtilaf etmiş ve îmân’ın hakikati nedir konusunda çeşitli görüşleri dile getirmişlerdir.


Kimisi onun sadece akd/bağlılık (kalp ile tasdik), kimisi kalp ile akd/tasdik, dil ile şehadet olduğunu söylemiş, diğer birisi de ona bir üçüncüsünü; azalar ile amel etmeyi eklemiştir. Biz şimdi bu konu üzerindeki perdeyi açarak deriz ki;


Her kim yukarıda zikredilen üç hususun arasını cem ederse, onun barınağının cennet olmasında bir ihtilaf söz konusu değildir. Bu, birinci derecedir.


İkinci derece: Bir kimsede ilk iki şartın tamamının ve üçüncü şartın bir kısmının bulunmasıdır. Bunlar da dil ile şehadet, kalp ile tasdik ve bazı amellerdir. Fakat bununla beraber bu îmân sahibi, büyük günahları veya bir kısmını işlemiştir. Tam bu noktada Mutezile şöyle demektedir: Bu kimse işlemiş olduğu büyük günahlardan dolayı îmân’dan çıkar, fakat küfre girmez. Bilakis fâsık ismini alır. O, iki menzile arasında bir yerde olur ve cehennemde ebedi kalır. Hariciler ise şöyle demektedirler: Bu kimse îmân’dan çıkar ve küfre girer. Diğer kâfirler gibi ebedi olarak cehennemde kalır.


Hafız İbni Teymiyye der ki; büyük günah işleyen kimsenin hükmü hakkında bilinmesi gereken şudur: Mutezile ve Haricilerin savunduğu, Ehli Sünnetten ise hiç kimsenin kabul etmediği görüş, büyük günah sahiplerinin cehennemde ebedi kalması hükmüdür. Hiç şüphe yok ki bu görüş, en meşhur bid’atlerdendir. Nitekim sahabe ve onlara iyilikle tabi olanlar ve diğer İslâm âlimleri, kalbinde zerre miskali kadar îmân bulunan kimsenin cehennemde ebedi kalmayacağı; keza Allah Resulü (s.a.v)’in, ümmetinden büyük günah sahibi olup, Allah Teâlâ’nın haklarında şefaat izni verdiği kimselere şefaat edeceği konusunda ittifak etmişlerdir. (Şefaat konusunda bu husus işlenecektir inşaallah). Müslümanları günahlarından ötürü tekfir etmek Haricilerin bid’atlerindendir. Mutezile’nin bid’ati ise büyük günah işleyen Müslümanlardan, îmân ismini nefyetmeleridir. Daha önce de geçtiği gibi onlara göre ehli kebâir ne müslimdir ne de kâfirdir. Bu bid’atlerin tümü çirkin olup, sahabenin, tabiinin ve Ehlisünnet ve’l cemaatten olan selef imamlarının görüşlerine aykırıdır. Ehli hak nezdinde bu hususta tek hakikat, ehli kebairin, îmân’ı nakıs olan bir mü’min olmasıdır. O, sahip olduğu îmân ile mü’min, büyük günahı sebebiyle fâsıktır. Ona, ne mutlak/kâmil manada mü’min ismi verilir, ne de ondan mutlak olarak mü’min ismi alınır.


Üçüncü derece: Azalarla amel dışında, kalpte tasdik’in bulunması ve dil ile şahitlik etmektir.

[1] “Tevatürü tevarüs”: Peygamber (s.a.v)’in zamanından günümüze kadar herkesin kendisi ile amel ettiği habere denilir.


[2] Zariyat 35-36


[3] Yunus 84


[4] Hucurat 14


[5] Müsned 3/143, İbni Ebi Şeybe 11/11, Ebu Ya’la 2923, isnadında Ali b. Mes’ade olup, zayıftır.


[6] Buhari 27, Müslim 180, Ebu Davud 4683, Ahmed 1/167


[7] Müsned 4/114


[8] Maide suresinin 3. Ayetinde Allah (c.c): Din olarak size İslâm’ı seçtim (beğendim), buyurmaktadır.

29 Haziran 2017 Perşembe

Cibril Hadis'inin incelenmesi

İslam’ın temel özellikleri (Cibril hadisinin incelenmesi)

     Abdullah b. Ömer'in, babası Hz. Ömer'den naklettiği bu hadis şöyledir:
     "Bir gün Rasûlullah (s.a.s.)'in yanında bulunduğumuz sırada âniden yanımıza, elbisesi bembeyaz, saçı simsiyah bir zat çıkageldi. Üzerinde yolculuk eseri görülmüyor, bizden de kendisini kimse tanımıyordu. Doğru peygamber (s.a.s.)'in yanına oturdu ve dizlerini onun dizlerine dayadı. Ellerini de uylukları üzerine koydu. Ve:

     "Ya Muhammed! Bana İslâm'ın ne olduğunu söyle" dedi. Rasûlullah (s.a.s.): "İslâm; Allah'tan başka ilâh olmadığına, Muhammed'in de Allah'ın Rasulü olduğuna şehadet etmen, namazı dosdoğru kılman, zekâtı vermen, Ramazan orucunu tutman ve gücün yeterse Beyt'i hac etmendir" buyurdu. O zat: "Doğru söyledin" dedi. Babam dedi ki: "Biz buna hayret ettik. Zira hem soruyor, hem de tasdik ediyordu."

     "Bana imandan haber ver" dedi. Rasûlullah (s.a.s.): Âllah a, Allah'ın meleklerine kitaplarına, peygamberlerine ve ahiret gününe inanman, bir de kadere, hayrına şerrine inanmandır" buyurdu. O zât yine:

     "Doğru söyledin" dedi. Bu sefer: "Bana ihsandan haber ver" dedi. Rasûlullah (s.a.s.): "Allah'a O'nu görüyormuşsun gibi ibadet etmendir. Çünkü her ne kadar sen onu görmüyorsan da, o seni muhakkak görür" buyurdu. O zat: "Bana kıyametten haber ver" dedi. Rasûlullah (s.a.s.) "Bu meselede kendisine sorulan, sorandan daha çok bilgi sahibi değildir" buyurdular. "O halde bana alâmetlerinden haber ver" dedi. Peygamber (s.a.v):

     "Câriyenin kendi sahibesini doğurması ve yalın ayak, çıplak, yoksul koyun çobanlarının bina yapmakta birbirleriyle yarış ettiklerini görmendir" buyurdu. Babam dedi ki: Bundan sonra o zat gitti. Ben bir süre bekledim. Sonunda Allah Rasûlü bana: "Ya Ömer! O soru soran zatın kim olduğunu biliyor musun?"dedi. "Allah ve Rasûlü bilir" dedim. "O Cibrîl'di. Size dininizi öğretmeye gelmişti" buyurdular. (Buhârî, İman 1; Müslim, İman 1).

     Abdullah b. Ömer bu hadîsi Basra' dan Hacc veya Umre için Hicaz'a gelen Yahya b. Yamer ve Humeyd b. Abdirrahmân el-Himyerî'nin kader hakkında soru sormaları üzerine rivayet etmiştir. Basra'da ilk olarak Ma'bed el-Cühenî ve ona tabi olanlar kaderi inkâr etmişler; hâdiselerin, Allâh'ın hiç bir takdir ve bilgisi olmaksızın yeni yeni husûle geleceğini ileri sürmüşlerdir. Abdullah b. Ömer onları dinledikten sonra şöyle demiştir: "Sen Basra'da onlarla görüştüğün zaman kendilerine söyle ki, ben onlardan uzağım. Onlar da benden uzaktır. Allah'a yemin olsun ki onlardan birinin Uhud dağı kadar altını olsa da onu hayra harcasa, kadere inanmadıkça Allâh onun hayrını kabul etmez. Sonra Abdullah (r.a.) yukarıdaki hadisi nakletmiştir (Ahmed Davudoğlu, Sahîh-i Müslim Tercüme ve Şerhi, İstanbul 1977, I, 106).

    Cibril hadisi İslam tarihinde önemli bir yeri haiz olan hadislerin başında gelir. Bazı alimler onun tevatür derecesine ulaşmış bir hadis olduğunu söylerken, başkaları da onun isnad açısından meşhur hadis seviyesinden aşağıya düşmeyeceğini ifade etmişlerdir. Son zamanlarda kadere iman hususu bağlamında üzerinde birçok spekülasyonlar yapılan bu hadis, bütün hadis mecmualarında biraz farklı varyantılarla rivayet edilmiş olup, özellikle İbni Ömer (r.a)’den gelen varyantısı kader yok diyen ve buna mukabil bu hadis üzerinde şüphe uyandırmaya çalışan güruhlara bir cevap niteliğindedir. Zira İbni Ömer (r.a) bu hadisi, yaşamış oldukları çevrede ilk defa bir adamın ortaya çıkıp, hâdiselerin, Allâh'ın hiç bir takdir ve bilgisi olmaksızın yeni yeni husûle geleceğini ileri sürmesi üzerine, gelip bunu kendisine soran iki kişiye rivayet etmiştir. Yani İbni Ömer’in bu hadisi rivayet etme sebebi kaderi inkar meselesidir. Aynı şekilde İbni Ömer’in kaderi inkar edenlere atfen: “Sen Basra'da onlarla görüştüğün zaman kendilerine söyle ki, ben onlardan uzağım. Onlar da benden uzaktır” şeklinde vermiş olduğu cevap, bugün bütün Müslümanların müptedilere karşı takınması gereken tavır ve vermesi gereken cevaptır. Bu hususu Müslümanların iyice tefekkür etmesi gerekir.

    Nasıl ki Fatiha suresi Kur’an’ı Kerim içerisindeki önemine binaen “Ümmü’l Kitap” olarak isimlendirilmiş ise, İmam Kurtubi de bu hadisi ihtiva ettiği hükümler açısından “Ümmü’s Sünne” olarak adlandırmıştır. Kadi İyaz ise bu hadis hakkında: “Bu hadis imanın akide olarak kalpte yer etmesi, organların amelleri, içte ihlasın bulunması, ameller için afet olan hususlardan korunmak gibi görünen ve görünmeyen bütün ibadetler ile ilgili geniş bir açıklamayı kapsamış bir hadistir. Hatta şeriatin bütün ilimleri de bu hadise racidir ve ondan dallanıp budaklanır”[1] demektedir. Kadı İyaz’ın ‘şeriatın bütün ilimleri bu hadise racidir’ sözü oldukça özlüdür. Zira akaid, fıkıh, tasavvuf namına neş’et eden tüm ilimler özünü bu hadisten almıştır. Allah Resulu’nun Cebrail (a.s)’mın iman nedir? sorusuna vermiş olduğu cevap; akaid ilimlerinin, İslam nedir? sorusuna verdiği cevap; fıkıh ilimlerinin, İhsan nedir? sorusuna verdiği cevap ise; tasavvuf ilimlerinin özünü teşkil etmektedir. Bu hadis bu ilimlerinin tümünün nirengi noktasıdır.

     Buna ilave olarak hadisten alınması gereken daha bir çok anlam ve nasihatler söz konusudur. Bunları maddeler şeklinde şu şekilde özetlemek mümkündür:

     1: Basra’da ilk olarak kaderi inkar eden Ma’bed el-Cüheni’yi işittiklerinde hemen bunu İbni Ömer’e gelip soran Yahya b. Yamer ve Humeyd b. Abdirrahmân el-Himyerî'nin tutumu. Zira onlar “nasılsa elimizin altında Kur’an var ve muttali olduğumuz o kadar hadis var, dolayısıyla konuyu buradan araştırıp gidip cevap verelim” demeyerek, konuyu hemen gidip bir bilene sorma gayretine girmişlerdir. Bu da onların dinlerinde ne kadar hassas olduklarının bir göstergesidir. Nitekim Allah (c.c) “Eğer bilmiyorsanız zikir ehline sorunuz”[2] buyurmaktadır. Bu bakımdan bir mesele ile karşı karşıya kalan bir mü’minin ilk olarak yapması gereken iş, gidip o hususu o işin alimine, bilenine sormasıdır. Özellikle bilgi kirliliğinin çok olduğu, İslam adına herkesin söz söyleme özgürlüğüne sahip olduğu, ilmin salt kitaplardan, sosyal medya aracılığı ile elde edilmeye çalışıldığı ve liyakat sahibi kimselerin az olduğu günümüzde, Müslümanların hassaten bu mesele üzerinde durmaları ve her alanla ilgili mütehassıs kişileri yetiştirmeleri bir zorunluluktur. Yahya b. Yamer ve Humeyd b. Abdirrahmân el-Himyerî avam olmamalarına ve ilmi bir çok sahada bilgi birikimine sahip olmalarına rağmen bu hususa riayet etmiş ve işi ehline götürmeyi şiar edinmişlerdir. Zahid el-Kevseri’nin: “Bir ilim dalında otorite olmuş nice kimseler vardır ki, başka ilim dallarında ‘avam’ mertebesindedirler”[3] söylemi, din adına konuşan, ağzı laf yapan herkesten özellikle itikada dair ilim alınmaması gerektiği noktasında güzel bir ifadedir.

     2: İlim ehline karşı takınılması gereken tavır. Hadisi rivayet eden ravi’nin “ ‘ben ve o gidip İbni Ömer’in etrafını sardık’, yani onun iki tarafında durduk sonra bunu açıklayarak; birimiz sağına, diğerimiz soluna geçtik. Bu ifade ile onların aralarındaki faziletli kimse ile birlikte yürürken ne kadar edebe uyduklarına bir dikkat çekmektir.”[4]

     3: İbni Ömer (r.a)’ın; “Sen Basra'da onlarla görüştüğün zaman kendilerine söyle ki, ben onlardan uzağım. Onlar da benden uzaktır” sözünün anlamı: Kadı İyaz dedi ki: “Böyle bir şey diyenin kafir olacağında görüş ayrılığı yoktur. Kaderi inkar eden bu gibi kimseler aslında filozoflardır. Başkası ise şöyle demektedir: İbni Ömer’in bu sözlerle kişiyi dinden büsbütün çıkartan kafir olduklarını söylememiş olması ihtimali de vardır. O takdir de bu nimetlere karşı küfran (nankörlük) anlamında olur. Ancak İbni Ömer’in “Allah onun infakını kabul etmez” şeklindeki sözleri onların tekfir edilmesi hususunda gayet açıktır. Çünkü amellerin boşa çıkarılması ancak küfür ile söz konusu olur. Şu kadar var ki, Müslüman hakkında da bir masiyet sebebiyle –sahih olsa dahi- kabul edilmeyeceğini söylemek mümkündür.”[5]

     4: Cebrail (a.s)’ın ellerini uyluklarının üzerine koyması: Cebrail (a.s)’ın bu davranışında ilim talibi olan kişinin nasıl oturması gerektiği konusunda bir öğretidir. Öteden beri medrese kültürümüzü incelediğimizde hoca ve talebe ilişkilerinin belirli bir edeb çerçevesinde olduğunu görürüz. Zira ilmin başı edeptir. Hocasına karşı edebini takınmayan talebenin elde edeceği ilimde bir hayır ve bereket yoktur. Bundan dolayı medreselerimizin kapılarında “edeb ya hu” yani; edeb ver Allah’ım ibaresi asılıdır. Selef ulemamızın hayatlarını incelediğimizde hepsi hocalarının önünde senelerce rahle dibinde diz çökmüş ve dirsek çürütmüştür. İmam Ebu Hanife’nin “20 yıl boyunca hocası Hammad b. Süleyman’ın evine doğru ayaklarımı uzatmadan yatması” bu meyanda üzerinde iyice düşünülmesi gereken bir husustur. Zira talebenin hocasına saygısı aynı şekilde ilme gösterdiği saygı gibidir. Bu bakımdan ilim talibinin ilim meclisinde oturuş kalkışına dikkat etmesi, yayılmadan düzenli ve tertipli bir şekilde oturması, derste iken başka şeylerle meşgul olmaması, hocasını pür dikkat dinlemesi, söz verilmeden konuşmaması, laubali söz ve davranışlardan kaçınması vs. gibi hususlar başlıca dikkat etmesi gereken unsurlardır.

     5: Cebrail (a.s)’ın Efendimiz (s.a.v)’e  İman, İslam ve İhsan’dan sorması: “İman, İslam ve İhsana hep birlikte din denilir. Şunu bilelim ki, bu hadis türlü ilimleri, edepleri ve incelikleri bir arada ifade etmektedir. Hatta bu hadis –Kadı İyaz’ın dediği gibi- İslam’ın aslıdır.”[6]

 Efendimizin İman nedir sorusuna verdiği cevap zarurat-ı diniyyeyi ifade eden temel konulardır. Dolayısıyla bu, altı iman maddesinin herhangi birisini inkar etmek veya birinde şüphe etmek zarurat-ı diniyyeye halel getirdiğinden sahibini kafir eder. Bu aynı zamanda dinin batıni yönünü beyan eder. İslam nedir sorusuna verdiği cevap ise, İslam’ın başlıca şartları olup bunlarla sınırlı değildir. Zira farklı hadislerde bu şartların yerine başka hususların sayıldığını müşahade etmekteyiz. Bu da aynı şekilde dinin zahiri yönünü beyan eder.

 İhsan nedir sorusuna verdiği cevap, “Bu da Nebi (s.a.v)’e verilmiş bulunan cevamiu’l-kelim (denilen kapsamlı, özlü sözler)dendir. Çünkü bizler, bizden bir kimsenin şanı yüce Rabb’ini görerek bir ibadet yapmaya kalkıştığını varsayacak olursak huşu, hudu, güzel bir şekilde duruş, zahir ve batın ile o ibadeti en güzel şekilde tamamlayabilmek için neyi yapabiliyorsa mutlaka yapar ve yerine getirir. Bu bakımdan Allah Rasulu (s.a.v) “İşte onu görmek halinde nasıl ibadet edeceksen bütün hallerinde Allah’a öyle ibadet et” buyurmuş olmaktadır. Çünkü yüce Allah’ı görmek halinde sözü geçen bu tam ve eksiksiz ibadet kulun şanı yüce Allah’ın kendisini görmekte olduğunu bilmesinden dolayıdır. Bu sebeple kul böyle bir durumda hali görüldüğünden ötürü herhangi bir kusur işlememeye gayret eder. İşte bu mana Rabb’ini görmemesi halinde de söz konusudur. O halde bunun gereğince amel etmesi gerekir.”[7]

     6: Efendimiz (s.a.v)’in Cebrail (a.s)’ın soru sormasına binaen “Kendisine soru sorulan sorandan daha bilgili değildir” sözü: “Alim, Müftü ve daha başkalarına bilmediği herhangi bir husus hakkında soru sorulacak olursa bilmiyorum demelidir. Böyle demesi de onu eksik düşürmez. Aksine bu onun vera ve takva sahibi olduğunun, ilminin de geniş olduğunun delilidir.”[8]

     7: Kıyamet alametleri: Son dönemlerde üzerinde en çok fikir yürütülen konulardan birisidir kıyamet alametleri. Bir takım modern müptedilerin “kıyametin alametleri mi olur, zira Allah (c.c) onun ansızın kopacağını söylüyor, dolayısıyla bu Kur’an’a aykırıdır” söylemleri hepimizin malumudur. Oysa meseleye sadece Kur’an penceresinden baktığımızda dahi kıyametin bir takım alametlerinin olduğunu görürüz. Nitekim Allah Azze ve Celle: “Artık onlar, yalnızca o kıyametin kendilerine ansızın gelivermesine bakıyorlar. Çünkü işte onun alametleri geldi. Fakat o başlarına geldiğinde anlamaları kendilerine ne fayda verir?”[9] buyurmaktadır. Dolayısıyla islami inancın tahrifine yönelik bu gibi tutarsız söylemlere kulak vermemek gerekir. Peygamber efendimiz (s.a.v)’in ‘kıyamet ne zaman’ sorusuna karşılık “kendisine soru sorulan, sorandan daha bilgili değildir” sözü, kıyamet bilgisinin sadece Allah’ın ilminde olduğunu gösterir. Ve Allah (c.c) kıyametin bilgisini Peygamberler dahil herkese saklı tutmuştur. Lokman suresinde de hiç kimsenin bilmediği ğayba ait konuların beş kısım (muğayyebat-ı hamse) olduğu beyan edilir. Bunlar: kıyamet saati, yağmurun ne zaman yağacağı, rahimlerde ne olduğu, kişinin yarın ne kazanacağı ve nerde öleceği.

      Hadiste zikredilen cariyelerin efendisini doğurması sözü farklı şekillerde izah edilmiştir. İmam Nevevi Müslim şerhinde konuyla ilgili birkaç açıklama getirerek şöyle der: “İlim adamlarının çoğu şöyle açıklamışlardır: Bu odalık cariyelerin ve onların çocuklarının çok olacağına dair verilen bir haberdir. Çünkü cariyenin efendisinden çocuk doğurması kendi efendisi konumunda olur. Çünkü insanın kendi malı sonunda çocuğuna geçer. Bazen derhal o malda bizzat o malın malikleri gibi tasarrufa koyulur. Anlamının şöyle de olduğu söylenmiştir: Cariyeler hükümdarları doğuracaktır. Böylelikle onun annesi de onun raiyesinden bir fert olur, kendisi ise hem onun, hem de raiyesindeki diğerlerinin efendisi olur. Bir diğer açıklamaya göre anlamı şudur: İnsanların durumu fesat bulacak ve ahir zamanda ummu’l veled denilen efendisinden çocuğu olmuş cariyelerin satışı çoğalacak, satın alanlar tarafından elden ele dolaşacak ve nihayetinde farkında olmadan o cariyenin oğlu onu satın almış olacak.” Şöyle bir yorumdan da söz etmek mümkündür. Ahir zamanda başta anne-babaya olmak üzere itaatsizlik had safhaya ulaşacak, anne-babalarına çocukların hizmet etmesi gerekirken aksine onlar çocuklarına hizmetçi konumuna düşecek ve böylece anne kendi efendisini doğurmuş olacak.

     8: Çıplak ayaklıların, elbisesizlerin, yoksulların, koyun çobanlarının yüksek bina yapmakta birbiriyle yarışmaları: “Bu buyruğun anlamı şudur: Çölde yaşayanlar ve onlara benzer muhtaç ve fakir kimselere o kadar bol dünyalık verilecek ki, yapacakları yüksek binalarla birbirlerine karşı övüneceklerdir.”[10]

     9: O Cebrail idi size dininizi öğretmek için geldi buyruğu: “Bir ilim adamının meclisinde bulunan kimse şayet o mecliste bulunan diğer kimselerin bir mesele ile ilgili olarak soru sormaya ihtiyaçlarının olduğunu biliyor ise, bizzat kendisi o konu hakkında soru sorar, böylelikle herkes onun cevabını öğrenmiş olur. Yine: İlim adamının soru sorana karşı şefkatli olması ve kendisine heybetinden çekinmeden, sıkılmadan soru sorma imkanını bulması için onu kendilerine yakınlaştırması, soru soranın da sorusunu yumuşak bir uslupla sorması gerekir.”[11]



[1] İmam Nevevi, Sahihi Müslim şerhi, sayfa 376
[2] Nahl, 43
[3] Makalat-ı Kevseri
[4] İmam Nevevi, Sahihi Müslim şerhi, sayfa 373
[5] Aynı eser, sayfa 375
[6] Aynı eser, sayfa 379
[7] Aynı eser, sayfa 376
[8] Aynı eser, sayfa 376
[9] Muhammed, 18
[10] İmam Nevevi, Sahihi Müslim şerhi, sayfa 378
[11] Aynı eser, sayfa 379