29 Haziran 2017 Perşembe

Cibril Hadis'inin incelenmesi

İslam’ın temel özellikleri (Cibril hadisinin incelenmesi)

     Abdullah b. Ömer'in, babası Hz. Ömer'den naklettiği bu hadis şöyledir:
     "Bir gün Rasûlullah (s.a.s.)'in yanında bulunduğumuz sırada âniden yanımıza, elbisesi bembeyaz, saçı simsiyah bir zat çıkageldi. Üzerinde yolculuk eseri görülmüyor, bizden de kendisini kimse tanımıyordu. Doğru peygamber (s.a.s.)'in yanına oturdu ve dizlerini onun dizlerine dayadı. Ellerini de uylukları üzerine koydu. Ve:

     "Ya Muhammed! Bana İslâm'ın ne olduğunu söyle" dedi. Rasûlullah (s.a.s.): "İslâm; Allah'tan başka ilâh olmadığına, Muhammed'in de Allah'ın Rasulü olduğuna şehadet etmen, namazı dosdoğru kılman, zekâtı vermen, Ramazan orucunu tutman ve gücün yeterse Beyt'i hac etmendir" buyurdu. O zat: "Doğru söyledin" dedi. Babam dedi ki: "Biz buna hayret ettik. Zira hem soruyor, hem de tasdik ediyordu."

     "Bana imandan haber ver" dedi. Rasûlullah (s.a.s.): Âllah a, Allah'ın meleklerine kitaplarına, peygamberlerine ve ahiret gününe inanman, bir de kadere, hayrına şerrine inanmandır" buyurdu. O zât yine:

     "Doğru söyledin" dedi. Bu sefer: "Bana ihsandan haber ver" dedi. Rasûlullah (s.a.s.): "Allah'a O'nu görüyormuşsun gibi ibadet etmendir. Çünkü her ne kadar sen onu görmüyorsan da, o seni muhakkak görür" buyurdu. O zat: "Bana kıyametten haber ver" dedi. Rasûlullah (s.a.s.) "Bu meselede kendisine sorulan, sorandan daha çok bilgi sahibi değildir" buyurdular. "O halde bana alâmetlerinden haber ver" dedi. Peygamber (s.a.v):

     "Câriyenin kendi sahibesini doğurması ve yalın ayak, çıplak, yoksul koyun çobanlarının bina yapmakta birbirleriyle yarış ettiklerini görmendir" buyurdu. Babam dedi ki: Bundan sonra o zat gitti. Ben bir süre bekledim. Sonunda Allah Rasûlü bana: "Ya Ömer! O soru soran zatın kim olduğunu biliyor musun?"dedi. "Allah ve Rasûlü bilir" dedim. "O Cibrîl'di. Size dininizi öğretmeye gelmişti" buyurdular. (Buhârî, İman 1; Müslim, İman 1).

     Abdullah b. Ömer bu hadîsi Basra' dan Hacc veya Umre için Hicaz'a gelen Yahya b. Yamer ve Humeyd b. Abdirrahmân el-Himyerî'nin kader hakkında soru sormaları üzerine rivayet etmiştir. Basra'da ilk olarak Ma'bed el-Cühenî ve ona tabi olanlar kaderi inkâr etmişler; hâdiselerin, Allâh'ın hiç bir takdir ve bilgisi olmaksızın yeni yeni husûle geleceğini ileri sürmüşlerdir. Abdullah b. Ömer onları dinledikten sonra şöyle demiştir: "Sen Basra'da onlarla görüştüğün zaman kendilerine söyle ki, ben onlardan uzağım. Onlar da benden uzaktır. Allah'a yemin olsun ki onlardan birinin Uhud dağı kadar altını olsa da onu hayra harcasa, kadere inanmadıkça Allâh onun hayrını kabul etmez. Sonra Abdullah (r.a.) yukarıdaki hadisi nakletmiştir (Ahmed Davudoğlu, Sahîh-i Müslim Tercüme ve Şerhi, İstanbul 1977, I, 106).

    Cibril hadisi İslam tarihinde önemli bir yeri haiz olan hadislerin başında gelir. Bazı alimler onun tevatür derecesine ulaşmış bir hadis olduğunu söylerken, başkaları da onun isnad açısından meşhur hadis seviyesinden aşağıya düşmeyeceğini ifade etmişlerdir. Son zamanlarda kadere iman hususu bağlamında üzerinde birçok spekülasyonlar yapılan bu hadis, bütün hadis mecmualarında biraz farklı varyantılarla rivayet edilmiş olup, özellikle İbni Ömer (r.a)’den gelen varyantısı kader yok diyen ve buna mukabil bu hadis üzerinde şüphe uyandırmaya çalışan güruhlara bir cevap niteliğindedir. Zira İbni Ömer (r.a) bu hadisi, yaşamış oldukları çevrede ilk defa bir adamın ortaya çıkıp, hâdiselerin, Allâh'ın hiç bir takdir ve bilgisi olmaksızın yeni yeni husûle geleceğini ileri sürmesi üzerine, gelip bunu kendisine soran iki kişiye rivayet etmiştir. Yani İbni Ömer’in bu hadisi rivayet etme sebebi kaderi inkar meselesidir. Aynı şekilde İbni Ömer’in kaderi inkar edenlere atfen: “Sen Basra'da onlarla görüştüğün zaman kendilerine söyle ki, ben onlardan uzağım. Onlar da benden uzaktır” şeklinde vermiş olduğu cevap, bugün bütün Müslümanların müptedilere karşı takınması gereken tavır ve vermesi gereken cevaptır. Bu hususu Müslümanların iyice tefekkür etmesi gerekir.

    Nasıl ki Fatiha suresi Kur’an’ı Kerim içerisindeki önemine binaen “Ümmü’l Kitap” olarak isimlendirilmiş ise, İmam Kurtubi de bu hadisi ihtiva ettiği hükümler açısından “Ümmü’s Sünne” olarak adlandırmıştır. Kadi İyaz ise bu hadis hakkında: “Bu hadis imanın akide olarak kalpte yer etmesi, organların amelleri, içte ihlasın bulunması, ameller için afet olan hususlardan korunmak gibi görünen ve görünmeyen bütün ibadetler ile ilgili geniş bir açıklamayı kapsamış bir hadistir. Hatta şeriatin bütün ilimleri de bu hadise racidir ve ondan dallanıp budaklanır”[1] demektedir. Kadı İyaz’ın ‘şeriatın bütün ilimleri bu hadise racidir’ sözü oldukça özlüdür. Zira akaid, fıkıh, tasavvuf namına neş’et eden tüm ilimler özünü bu hadisten almıştır. Allah Resulu’nun Cebrail (a.s)’mın iman nedir? sorusuna vermiş olduğu cevap; akaid ilimlerinin, İslam nedir? sorusuna verdiği cevap; fıkıh ilimlerinin, İhsan nedir? sorusuna verdiği cevap ise; tasavvuf ilimlerinin özünü teşkil etmektedir. Bu hadis bu ilimlerinin tümünün nirengi noktasıdır.

     Buna ilave olarak hadisten alınması gereken daha bir çok anlam ve nasihatler söz konusudur. Bunları maddeler şeklinde şu şekilde özetlemek mümkündür:

     1: Basra’da ilk olarak kaderi inkar eden Ma’bed el-Cüheni’yi işittiklerinde hemen bunu İbni Ömer’e gelip soran Yahya b. Yamer ve Humeyd b. Abdirrahmân el-Himyerî'nin tutumu. Zira onlar “nasılsa elimizin altında Kur’an var ve muttali olduğumuz o kadar hadis var, dolayısıyla konuyu buradan araştırıp gidip cevap verelim” demeyerek, konuyu hemen gidip bir bilene sorma gayretine girmişlerdir. Bu da onların dinlerinde ne kadar hassas olduklarının bir göstergesidir. Nitekim Allah (c.c) “Eğer bilmiyorsanız zikir ehline sorunuz”[2] buyurmaktadır. Bu bakımdan bir mesele ile karşı karşıya kalan bir mü’minin ilk olarak yapması gereken iş, gidip o hususu o işin alimine, bilenine sormasıdır. Özellikle bilgi kirliliğinin çok olduğu, İslam adına herkesin söz söyleme özgürlüğüne sahip olduğu, ilmin salt kitaplardan, sosyal medya aracılığı ile elde edilmeye çalışıldığı ve liyakat sahibi kimselerin az olduğu günümüzde, Müslümanların hassaten bu mesele üzerinde durmaları ve her alanla ilgili mütehassıs kişileri yetiştirmeleri bir zorunluluktur. Yahya b. Yamer ve Humeyd b. Abdirrahmân el-Himyerî avam olmamalarına ve ilmi bir çok sahada bilgi birikimine sahip olmalarına rağmen bu hususa riayet etmiş ve işi ehline götürmeyi şiar edinmişlerdir. Zahid el-Kevseri’nin: “Bir ilim dalında otorite olmuş nice kimseler vardır ki, başka ilim dallarında ‘avam’ mertebesindedirler”[3] söylemi, din adına konuşan, ağzı laf yapan herkesten özellikle itikada dair ilim alınmaması gerektiği noktasında güzel bir ifadedir.

     2: İlim ehline karşı takınılması gereken tavır. Hadisi rivayet eden ravi’nin “ ‘ben ve o gidip İbni Ömer’in etrafını sardık’, yani onun iki tarafında durduk sonra bunu açıklayarak; birimiz sağına, diğerimiz soluna geçtik. Bu ifade ile onların aralarındaki faziletli kimse ile birlikte yürürken ne kadar edebe uyduklarına bir dikkat çekmektir.”[4]

     3: İbni Ömer (r.a)’ın; “Sen Basra'da onlarla görüştüğün zaman kendilerine söyle ki, ben onlardan uzağım. Onlar da benden uzaktır” sözünün anlamı: Kadı İyaz dedi ki: “Böyle bir şey diyenin kafir olacağında görüş ayrılığı yoktur. Kaderi inkar eden bu gibi kimseler aslında filozoflardır. Başkası ise şöyle demektedir: İbni Ömer’in bu sözlerle kişiyi dinden büsbütün çıkartan kafir olduklarını söylememiş olması ihtimali de vardır. O takdir de bu nimetlere karşı küfran (nankörlük) anlamında olur. Ancak İbni Ömer’in “Allah onun infakını kabul etmez” şeklindeki sözleri onların tekfir edilmesi hususunda gayet açıktır. Çünkü amellerin boşa çıkarılması ancak küfür ile söz konusu olur. Şu kadar var ki, Müslüman hakkında da bir masiyet sebebiyle –sahih olsa dahi- kabul edilmeyeceğini söylemek mümkündür.”[5]

     4: Cebrail (a.s)’ın ellerini uyluklarının üzerine koyması: Cebrail (a.s)’ın bu davranışında ilim talibi olan kişinin nasıl oturması gerektiği konusunda bir öğretidir. Öteden beri medrese kültürümüzü incelediğimizde hoca ve talebe ilişkilerinin belirli bir edeb çerçevesinde olduğunu görürüz. Zira ilmin başı edeptir. Hocasına karşı edebini takınmayan talebenin elde edeceği ilimde bir hayır ve bereket yoktur. Bundan dolayı medreselerimizin kapılarında “edeb ya hu” yani; edeb ver Allah’ım ibaresi asılıdır. Selef ulemamızın hayatlarını incelediğimizde hepsi hocalarının önünde senelerce rahle dibinde diz çökmüş ve dirsek çürütmüştür. İmam Ebu Hanife’nin “20 yıl boyunca hocası Hammad b. Süleyman’ın evine doğru ayaklarımı uzatmadan yatması” bu meyanda üzerinde iyice düşünülmesi gereken bir husustur. Zira talebenin hocasına saygısı aynı şekilde ilme gösterdiği saygı gibidir. Bu bakımdan ilim talibinin ilim meclisinde oturuş kalkışına dikkat etmesi, yayılmadan düzenli ve tertipli bir şekilde oturması, derste iken başka şeylerle meşgul olmaması, hocasını pür dikkat dinlemesi, söz verilmeden konuşmaması, laubali söz ve davranışlardan kaçınması vs. gibi hususlar başlıca dikkat etmesi gereken unsurlardır.

     5: Cebrail (a.s)’ın Efendimiz (s.a.v)’e  İman, İslam ve İhsan’dan sorması: “İman, İslam ve İhsana hep birlikte din denilir. Şunu bilelim ki, bu hadis türlü ilimleri, edepleri ve incelikleri bir arada ifade etmektedir. Hatta bu hadis –Kadı İyaz’ın dediği gibi- İslam’ın aslıdır.”[6]

 Efendimizin İman nedir sorusuna verdiği cevap zarurat-ı diniyyeyi ifade eden temel konulardır. Dolayısıyla bu, altı iman maddesinin herhangi birisini inkar etmek veya birinde şüphe etmek zarurat-ı diniyyeye halel getirdiğinden sahibini kafir eder. Bu aynı zamanda dinin batıni yönünü beyan eder. İslam nedir sorusuna verdiği cevap ise, İslam’ın başlıca şartları olup bunlarla sınırlı değildir. Zira farklı hadislerde bu şartların yerine başka hususların sayıldığını müşahade etmekteyiz. Bu da aynı şekilde dinin zahiri yönünü beyan eder.

 İhsan nedir sorusuna verdiği cevap, “Bu da Nebi (s.a.v)’e verilmiş bulunan cevamiu’l-kelim (denilen kapsamlı, özlü sözler)dendir. Çünkü bizler, bizden bir kimsenin şanı yüce Rabb’ini görerek bir ibadet yapmaya kalkıştığını varsayacak olursak huşu, hudu, güzel bir şekilde duruş, zahir ve batın ile o ibadeti en güzel şekilde tamamlayabilmek için neyi yapabiliyorsa mutlaka yapar ve yerine getirir. Bu bakımdan Allah Rasulu (s.a.v) “İşte onu görmek halinde nasıl ibadet edeceksen bütün hallerinde Allah’a öyle ibadet et” buyurmuş olmaktadır. Çünkü yüce Allah’ı görmek halinde sözü geçen bu tam ve eksiksiz ibadet kulun şanı yüce Allah’ın kendisini görmekte olduğunu bilmesinden dolayıdır. Bu sebeple kul böyle bir durumda hali görüldüğünden ötürü herhangi bir kusur işlememeye gayret eder. İşte bu mana Rabb’ini görmemesi halinde de söz konusudur. O halde bunun gereğince amel etmesi gerekir.”[7]

     6: Efendimiz (s.a.v)’in Cebrail (a.s)’ın soru sormasına binaen “Kendisine soru sorulan sorandan daha bilgili değildir” sözü: “Alim, Müftü ve daha başkalarına bilmediği herhangi bir husus hakkında soru sorulacak olursa bilmiyorum demelidir. Böyle demesi de onu eksik düşürmez. Aksine bu onun vera ve takva sahibi olduğunun, ilminin de geniş olduğunun delilidir.”[8]

     7: Kıyamet alametleri: Son dönemlerde üzerinde en çok fikir yürütülen konulardan birisidir kıyamet alametleri. Bir takım modern müptedilerin “kıyametin alametleri mi olur, zira Allah (c.c) onun ansızın kopacağını söylüyor, dolayısıyla bu Kur’an’a aykırıdır” söylemleri hepimizin malumudur. Oysa meseleye sadece Kur’an penceresinden baktığımızda dahi kıyametin bir takım alametlerinin olduğunu görürüz. Nitekim Allah Azze ve Celle: “Artık onlar, yalnızca o kıyametin kendilerine ansızın gelivermesine bakıyorlar. Çünkü işte onun alametleri geldi. Fakat o başlarına geldiğinde anlamaları kendilerine ne fayda verir?”[9] buyurmaktadır. Dolayısıyla islami inancın tahrifine yönelik bu gibi tutarsız söylemlere kulak vermemek gerekir. Peygamber efendimiz (s.a.v)’in ‘kıyamet ne zaman’ sorusuna karşılık “kendisine soru sorulan, sorandan daha bilgili değildir” sözü, kıyamet bilgisinin sadece Allah’ın ilminde olduğunu gösterir. Ve Allah (c.c) kıyametin bilgisini Peygamberler dahil herkese saklı tutmuştur. Lokman suresinde de hiç kimsenin bilmediği ğayba ait konuların beş kısım (muğayyebat-ı hamse) olduğu beyan edilir. Bunlar: kıyamet saati, yağmurun ne zaman yağacağı, rahimlerde ne olduğu, kişinin yarın ne kazanacağı ve nerde öleceği.

      Hadiste zikredilen cariyelerin efendisini doğurması sözü farklı şekillerde izah edilmiştir. İmam Nevevi Müslim şerhinde konuyla ilgili birkaç açıklama getirerek şöyle der: “İlim adamlarının çoğu şöyle açıklamışlardır: Bu odalık cariyelerin ve onların çocuklarının çok olacağına dair verilen bir haberdir. Çünkü cariyenin efendisinden çocuk doğurması kendi efendisi konumunda olur. Çünkü insanın kendi malı sonunda çocuğuna geçer. Bazen derhal o malda bizzat o malın malikleri gibi tasarrufa koyulur. Anlamının şöyle de olduğu söylenmiştir: Cariyeler hükümdarları doğuracaktır. Böylelikle onun annesi de onun raiyesinden bir fert olur, kendisi ise hem onun, hem de raiyesindeki diğerlerinin efendisi olur. Bir diğer açıklamaya göre anlamı şudur: İnsanların durumu fesat bulacak ve ahir zamanda ummu’l veled denilen efendisinden çocuğu olmuş cariyelerin satışı çoğalacak, satın alanlar tarafından elden ele dolaşacak ve nihayetinde farkında olmadan o cariyenin oğlu onu satın almış olacak.” Şöyle bir yorumdan da söz etmek mümkündür. Ahir zamanda başta anne-babaya olmak üzere itaatsizlik had safhaya ulaşacak, anne-babalarına çocukların hizmet etmesi gerekirken aksine onlar çocuklarına hizmetçi konumuna düşecek ve böylece anne kendi efendisini doğurmuş olacak.

     8: Çıplak ayaklıların, elbisesizlerin, yoksulların, koyun çobanlarının yüksek bina yapmakta birbiriyle yarışmaları: “Bu buyruğun anlamı şudur: Çölde yaşayanlar ve onlara benzer muhtaç ve fakir kimselere o kadar bol dünyalık verilecek ki, yapacakları yüksek binalarla birbirlerine karşı övüneceklerdir.”[10]

     9: O Cebrail idi size dininizi öğretmek için geldi buyruğu: “Bir ilim adamının meclisinde bulunan kimse şayet o mecliste bulunan diğer kimselerin bir mesele ile ilgili olarak soru sormaya ihtiyaçlarının olduğunu biliyor ise, bizzat kendisi o konu hakkında soru sorar, böylelikle herkes onun cevabını öğrenmiş olur. Yine: İlim adamının soru sorana karşı şefkatli olması ve kendisine heybetinden çekinmeden, sıkılmadan soru sorma imkanını bulması için onu kendilerine yakınlaştırması, soru soranın da sorusunu yumuşak bir uslupla sorması gerekir.”[11]



[1] İmam Nevevi, Sahihi Müslim şerhi, sayfa 376
[2] Nahl, 43
[3] Makalat-ı Kevseri
[4] İmam Nevevi, Sahihi Müslim şerhi, sayfa 373
[5] Aynı eser, sayfa 375
[6] Aynı eser, sayfa 379
[7] Aynı eser, sayfa 376
[8] Aynı eser, sayfa 376
[9] Muhammed, 18
[10] İmam Nevevi, Sahihi Müslim şerhi, sayfa 378
[11] Aynı eser, sayfa 379

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder