9 Haziran 2016 Perşembe

اكفار الملحدين في ضروريات الدين

İkfaru’l Mülhid’in fi zaruriyyati’d din

     Bundan sonra: Bu, kulak vererek şahid olan ve kalp sahibi kimseler için, kendisiyle öğüt ve nasihat etmeyi kastettiğim vaki olan fetvalar hakkında bir risaledir. Bu risale hakkındaki hüküm ve ismi Allah’u Teala’nın “Ayetlerimizde ilhada sapan sapkınlar (inkar edenler, mülhidler) elbette bize gizli kalmazlar. O halde ateşe atılan mı hayırlıdır yoksa Kıyamet günü emniyyet içinde gelecek olan mı? Düşünün de istediğinizi yapın, çünkü O her ne yaparsanız onu görür[1] ayetinden alarak onu “Dinde inanılması zaruri olan hususlarda te’vil edicileri ve mülhid kimseleri tekfir etmek” olarak isimlendirdim.

     İbni Abbas (r.anh) (ayetteki Mülhidler hakkında) şöyle der: “Mülhidler, kelamı olması gereken yerin dışına koyan kimselerdir.” Kitaplarda şöhret bulduğu üzere “Zaruriyyat” kelimesinden kastedilen şey şudur: Umumun bildiği; nübüvvet ve vahdaniyyet, Ondan sonra vahyin kesilmesi, Onu Peygamberlerin sonuncusu olarak sonlandırmak gibi Allah Resul’unden tevatür ve müstefiz (meşhur) yol ile gelen haberler sebebiyle Muhammed (sav)’min dininden olduğu bilinen şeylerdir. Ve bu, Allah’ın (cc) kendi kitabında, geçmiş kitapların, Peygamberimizin (sav) ve aynı şekilde öldükten sonra konuşan Zeyd b. Harice gibi, ölülerin şahitlik ettiği hususlardandır. Zeyd b. Harice şöyle demiştir: “Muhammed (sav) Allah (cc)’ın ümmi Nebisi, Resulu’dur. Nebilerin sonuncusudur. O’ndan sonra Nebi yoktur. Bu önceki kitaplarda da yazılıdır. Sonra şöyle dedi; doğru söyledi, doğru söyledi.” İmam Kastalani bunu bu lafızla “el’Mevahib” adlı eserinde ve ondan başkaları da zikretmiştir.

 Yine: Ba’s ve ceza, namaz ve zekatın vucubu, şarabın haramlığı gibi ve benzeri hususlar “Zaruriyyat” olarak isimlendirilmiştir. Zira herkes bilir ki kuşkusuz bu hususlar Nebi (sav)’min dinindendir. Bunların dinden olması zaruridir ve imana dahildirler. Vehmedildiği gibi hiç kuşkusuz alimler zaruriyyatı din ile uzuvlarla amel etmeyi kastetmezler. Bazen birşeyin güzel görülmesi veya mübah olması zaruriyyattandır, bu şeyi inkar eden kimse tekfir edilebilir. Onunla amel etmesi/ onu yapması gerekmez. Bu bakımdan zaruret, risalette var olması ve onun dinden olmasının subutu hakkındadır. Amel cihetinden ve delalet eden/içine alan hüküm açısından değildir.

     Bu bakımdan bazen bir hadis mütevatir olur ve kuşkusuz onun Rasulullah (sav)’den sabit olduğu zaruretle bilinir. Ve bu hadisin delalet ettiği husus akıl cihetinden nazari olur. Kabir azabı hadisi gibi. Kabir azabı hadisinin subutu Allah Rasulunden (sav) müstefid/meşhur yol ile gelmiştir. Kabir azabının keyfiyyeti ise müşkildir. İmam Buhari’nin de işaret ettiği gibi iman, kalp amellerinden bir ameldir. Herşeyde şeriate itaat ve onu kabul etmenin iradesini gerektirmektedir. Ve bu irade tüm şeriatlerde uygulanagelen tek bir iradedir. Artmaz ve eksilmez. Her kim zaruriyyatı dinden tek birşeyi inkar ederse, dolayısıyla kitabın bir kısmına iman etmiş bir kısmını inkar etmiştir ve bu kimse kafirlerden olur. Ve bu kimse din olarak zannettiği hususları yaymak için en uzak ülkelere ve avrupaya koşup gider, cahillerde onu İslam için bir hizmet olarak görürler:

     Herkes Leyla’yı sevdiğini iddia eder, Leyla ise bu iddia sahiplerini tanımaz.

     Bu husus iki halife olan Hz. Ebubekir ile Hz. Ömer (Allah cc ikisinden de razı olsun) arasında dönüp dolaşan bir husustur. Hz. Ebubekir (r.anh) namaz ile zekatın arasını ayıran kimselerle savaşmıştır. Hz. Ebubekir (r.anh) bununla, zaruriyatı diniyyeden olan herşeye tümüyle iman etmeyen kimsenin mü’min olmadığını kastetmiştir. Aynı şekilde Allah (cc) onun için Hz. Ömer’in (r.anh) sadrını da açmıştır. Hz. Ebubekir’in güzel gördüğünü o da güzel görmüştür. İmam Müslim’in sahihinde Ebu Hureyre’den, o da Rasulullah’tan şu hadisi rivayet etmiştir: Allah Resulu (sav) şöyle buyurdu: “İnsanlarla, Allah’tan başka ilah yoktur deyinceye ve bana ve benim kendisiyle beraber gönderildiğim şeylere iman edinceye kadar savaşmakla emrolundum. Bunu yaptıkları zaman benden kanlarını ve canlarını korurlar. İslam’ın hakkı müstesnadır. Onların hesabı Allah’a aittir.

     Sonra tevatür bazen isnad cihetinden olur. “Kim benim adıma bilerek yalan söylerse cehennemdeki yerine hazırlansın” hadisi gibi. İbni Hacer bunu ‘Fethu’l Bari’de zikretmiştir: Bu hadis sahih ve hasen olarak otuz Sahabi kanalıyla sabit olmuştur. Derim ki: Peygamberlerin sonuncusu olma ile ilgili hadisleri arkadaşlarımdan bazıları bir araya getirmiştir. O ise Mevlevi Muhammed Şefi’ ed-Diyobendi’dir ve yüzelliden fazla hadise ulaşmıştır. Bunlardan yaklaşık otuz tanesi “es’Sıhahu’s Sitte”/Kütüb’ü Sitte’dendir.

     Bazen tevatür tabaka cihetinden olur. Tevatürü’l Kur’an gibi. Hıfz ve kıraat, ders ve tilavet olarak doğuda ve batıda yeryüzünde kesilmeksizin devam edegelmiştir. Bir tabaka bir tabakadan bir topluluk bir topluluktan onu almıştır. Oku ve risalet zamanına kadar yüksel. Filanın filandan yaptığı rivayete göre şeklindeki bir isnada ihtiyacı yoktur.

     Bazen de tevatür, tevatürü ameli ve tevatürü tevarüs şeklinde olur. Genellikle bu tevatür kısımları abdestteki şeylerden olan misvak, mazmaza ve istinşak gibi hususlarda toplanır.

     Sonra, bazı insanlar tevatürle sabit hususların az olduğunu iddia ederler. Oysa tevatürle sabit hususlar şeriatimizde vakıada belirli bir sayıyla sınırlandıracak sayıyı geçer. İnsanlar onları konu başlıklarıyla sıralamaktan aciz kalır. Ve ona yöneldiklerinde hayrette kalırlar. Zira ona iltifat ettiklerinde/yöneldiklerinde onun tevatür olduğunu göreceklerdir. Bu tıpkı bedihi hususlar gibidir. Tevatür olan hususlar çoktur ve insanlar ondan gafil kalmaz ve nazari olarak, ilk bakışta onları ezberlerler.



[1] Fussilet, 40

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder